11 Aralık 2011 Pazar

Mezire ve Harput'taki Türk makamları, Rusların o zamanlar kuzeyden Dersim 'le birleşen Erzurum ile Erzincan arasındaki bölgeyi işgal etmiş olmalarının da etkisiyle,Kürd isyanını haklı olarak büyük bir tehdit olarak kabul ettiler.
Osmanli ordusunun Harput'a koordineli olarak düzenlenecek bir Kürd-Rus karşı koyabilmesi mümkün değildi.Bu nedenle Harput ile Mezire şehirlerinin Müslüman halkı , kaçis hazirliklarina başladi.Ancak Osmanli ordusu , Pek çok Safii Kürd'un de bulunduğu çok sayida birliği harekete geçirerek , Kürd-Alevi isyanini bastirmayi basardi.
Misyonerler , Harput'taki makamların sözkonusu bölgeye bir tek Kürd'ün bile girmesine izin vermediklerini , tümünü Ermeniler gibi techir etmek istediklerini söylediklerini duyuyorlardi .Gerçekten de sonradan Harput'ta isyanci asiretlere mensup yaklaşik 2.000 erkek, kadin ve çocuktan olusan ve en az bir yil önceki Ermeniler kadar kötü muameleye tabi tutulan bir kafile ortaya çikti; aradaki tek fark , erkeklerin digerlerinden ayrilmamis olmasiydi .
Harput'ta kalmis bir kaç Ermeni kadindan ve misyonerlerden başka hiç kimse,sokaklarda olmek üzere olan insanlara karşi son gorevlerini yerine getirmedi. buna karşin 1915-16 kisinda dogu cephesinden Harput'a gelen Kurd-Sunni kaçaklara , hukumet tarafindan son derece yetersiz de olsa yardim edildi ve Ermenilerden kalan mal ve mulkler armagan edildi.
Kürd kiliğina girmiş olan Ermeni genci Gazaros Der Alexanian,Firat kiyisinda, Mamuretulaziz yolunda , bitkinlikten yere yigilarak olmeyi bekleyen Kürd-Alevi sürgünlerini görmüştü.Acima duygularini ifade ettigi zaman , yoldan geçen bir yaya ona söyle dedi; "Ermeniler sadakatsizdir , ancak bize hizmet edebilirler; ama Kurdler(Burda kürt dediği Dersimliler y.n) bizim hizmetçilerimize bile hizmet etmeyi hak etmiyorlar, onlar bizim sadakatsizlerimize de sadakatsizdirler! İslam'in çocuklari ve bütün haklara sahip vatandaşlar olarak görülebilmeleri için daha çok vakit var."
Bu horlayici dil , o zamanlar Kizilbaşlar ile Sunni Ortodokluk arasinda var olan uçurumun bir yansimasiydi.Misyonerler, hayatta kalmayi basaranlardan olusan kafilenin Gölcük Gölü'ndeki tepeye -Atkinson ile Davis'in bir sene once 10.000 katledilmis Ermeni'yi bulduğu yere doğru ilerlediğini görünce, akillara ister istemez son derece kötü düşünceler geldi; ancak ertesi sabah şaşkinlikla karişik bir sevinçle, kafilenin geri döndüğünü gördüler.Sonradan Harput'ta bu durumun açiklamasini öğrendiler:Dersim aşiretleri, ender rastlanan bir soz birligiyle, valiyi, techir kafilesinin derhal geri donmemesi durumunda Harput'u yakip yikmakla tehdit etmislerdi.

Çarsancak Ermenileri Tarihi, Kevork Yerevanyan, 1954-Beyrut Çemişgezek Ve Köyleri, Hampartsum Kasparyan,
1969-Erivan Bu konu, henüz yayınlanmamış olan “Ermeni Kaynaklarında Dersim” isimli kitap çalışması içinde yer alıyor. Kitabın yayınlanması daha zaman alacakken, Ermeni kırımlarıyla ilgili tamamlamış olduğum bölümünü bu aşamada İnternet üzerinden sunmayı uygun gördüm. Bunun iki bakımdan yararlı olacağını düşünüyorum. Birincisi, Osmanlı’nın son döneminde yoğunlaşan Ermenilere yönelik tasfiyeci politika ve kanlı uygulamaların daha somut anlaşılmasına katkı yönüdür. Özellikle 1915 Ermeni Tehciri’nin nasıl uygulandığına ilişkin canlı tanıklıklar, bu olayın karakterini ortaya koyması bakımından önemli. Yerel plandaki uygulama örnekleri bu gibi merkezi politikaların aynası sayılır. İkincisi, Ermeni kırımları zamanında Dersim’in duruşu ve Kızılbaş-Zaza-Kürt (1) aşiretlerinin tutumunu somutlamaya katkı yönüdür. Bu da özellikle 1915 ve sonrası çok sayıda Ermeniler için Dersim’in oynadığı kurtarıcı rolü göstermesi bakımından önemli. Bunun yanında farklı ve çelişik tavır örnekleri de geçiyor, ki bunlar ayrıca Dersimlilerin kendi yakın tarihlerini daha bütünlüklü ve objektif değerlendirmelerine yardımcı olabilir. İÇİNDEKİLER I Bölüm : 1895-96 ERMENİ TALAN VE KIRIMI ..................................... 3 Çemişgezek ve Köylerinde Yaşananlar .......................................... 5 Şehrin Korunmasını Sağlayan Kirvelik .............................. 5 Köylere Kanlı Saldırılar ..................................................... 6 Çarsancak’da Yaşananlar ............................................................... 10 Peri ve Hoşe’de Talan ........................................................ 10 Mazgirt’te Dersim’in Dostluğu .......................................... 12 II Bölüm: 1908 MEŞRUTİYET İLANI VE SONRASI .............................. 13 Öz Savunma Denemeleri ............................................................... 16 Ermeni Partileri ve Fedailerin Çarsancak’a Girişi ………………. 17 Fırtına Öncesi Aldatıcı Hava ......................................................... 18 III Bölüm: I DÜNYA SAVAŞI, SEFERBERLİK, 1915 ERMENİ TEHCİRİ VE SOYKIRIMI ...….…................. 19 Çarsancak’da Yaşananlar ............................................................... 27 Peri’de Seferberlik .............................................................. 27 Kitlesel Tutuklama ............................................................. 28 Birinci Ölüm Kafilesi ......................................................... 29 Katliam Furyası ………………………………………….. 29 Türkleştirme ……………………………………………... 30 Kanlı Sürgün …………………………………………….. 31 Tıla Pert Katliamı ………………………………………... 36 Mazgirt Kırımı .................................................................... 37 Kırılan ve Sürülen Köyler .................................................. 37 Çemişgezek’de Yaşananlar ............................................................ 38 Şehirde İlk Önlemler .......................................................... 38 Tutuklama ve Katliam Serileri ........................................... 39 Kalanların Sürgün ve Kırımı .............................................. 41 Çemişgezek Köylerinin Sürgünü ........................................ 44 IV Bölüm: KAÇAK ERMENİLERİN SIĞINAĞI DERSİM ...................... 54 Çemişgezekli Göçmenlerin Dersim Anıları .................................... 55 Çarsancaklı Göçmenlerin Dersim Anıları ....................................... 60 Pertek’te Bir Kavuşma Öyküsü ...................................................... 64 Peri’ye Dönüş ve Dersim’in Dayanışması ...................................... 67 Erzincan, Erzurum ve Kafkas Yollarında ....................................... 69 Çemişgezek’e Dönen ve Kalanların Durumu ................................. 71 1915’den 1938’e Kader Ortaklığı ................................................... 73 NOTLAR ........................................................................................ 74 I BÖLÜM : 1895-96 ERMENİ TALAN VE KIRIMI Osmanlı devleti içinde Ermenilerin görece önemli nüfus yoğunluğuna sahip olduğu 6 vilayette (Erzurum, Van, Bitlis, Sivas, Elazığ, Diyarbakır) ağırlaşan mağduriyet koşulları ulusal ve sosyal reform talepleri ile Ermeni sorununu öne çıkarmış ve uluslararası alana taşımıştı. Bu sorun sömürgeci devletler arası rekabet ve paylaşım kavgasına malzeme oluşturan genel doğu sorununun önemli bir halkasını teşkil ediyordu. Yaşanan gelişmeler Ermeni sorununu 1878’de farklı kanallardan iki ayrı uluslararası anlaşmaya (San Stefanos ve Berlin) konu etse de biri birini çelmeleyen bu devletler ve muğlak ifadelerle dolu anlaşma maddeleri Osmanlı devleti üzerinde ciddi bir yaptırım gücü oluşturmadı. Osmanlı devleti sözkonusu 6 vilayetin hiç birinde Ermenilerin çoğunluk olmadığını ileri sürerek en ufak bir özerklik tanımamakta ısrar ediyordu. Türk, Kürt, Zaza, Arap, Çerkez ve sair etnik gruplar (bunların Alevi kesimleri de dahil olmak üzere) yekpare bir bütün gibi “Müslüman nüfus” şeklinde ele alınıp Gayrı-Müslimler ise en küçük etnik ve mezhepsel farklarına kadar ayrı ayrı tanzim edilmekle, doğuda çoğunluk-azınlık dengesi kolayca Ermeniler aleyhine gösterilmiş oluyordu. Son yüz yıllara kadar bir çok yerde çoğunluğa sahipken baskı altında gitgide dağılan Ermeni nüfusu artık tek başına çoğunluk oluşturmuyordu belki, ama “Müslüman” kategorisi içinde toplanan etnik gruplar da ayrı ayrı sayılsa çoğu yerde muhtemelen hiç biri salt çoğunluk oluşturmayıp göreceli çoğunluk hesapları yapmak gerekecekti. Böyle adil bir yaklaşım gösterilse, doğu vilayetlerinde Ermenilerin yer yer halen birinci, çoğu yerde ise artık ikinci sırada olmak üzere Kürtlere yakın bir yoğunluk arzettikleri görülürdü. İslami esaslara dayalı Osmanlı politik sistemi bölgede yerel otorite imtiyazını Müslüman olmalarından dolayı fiilen Kürt feodal beylerine tanımış olup, bu durum sürekli Ermeniler aleyhine gelişmeleri koşulladığından dolayı, reform taleplerinin özellikle Ermenilerden gelmesi doğaldı. Gayrı-Müslimlere yüklenen ağır vergiler, toprak gaspları, ayrımcı ve keyfi yönetim, rüşvet, suistimal, angarya ve zorbalıklar, Ermeni halkının önde gelen şikayet nedenleriydi. Yavuz Selim zamanından beri Şafi Kürtleri bölgede hem Şii ve Kızılbaş etkinliğine, hem de Hristiyan yoğunluğuna karşı kendi merkezi sistemine dayanak yapmış olan Osmanlı Devleti, onları halen “ümmet” anlayışıyla kullanma çabasındaydı. Bu durum kayırılan feodal üst zümreler ve nemalanan çevreleri dışında Kürtlerin de yararına sayılamazdı. Ümmet yerine millet olarak tanınmak ve gerektiğinde bağımsızlık dahil ulusal hak ve özgürlüklere kavuşmak onların da hakkıydı. Tarihte Ermenistan olarak bilinen coğrafyanın Osmanlı hakimiyetinde kalan batı bölümünün gelinen aşamadaki demografik yapısıyla tartışmalı bir gerçeklik arzettiği de doğruydu. Kuzeye doğru yayılan ve çoğalan Kürt nüfusu bölgede Ermenilerle o kadar içiçe geçmişti ki, Batı Ermenistan ile Kuzey Kürdistan’ı belli sınırlarla ayırt etmek iyice zorlaşmıştı. Durumun böyle olması, özerklik taleplerinin her iki ulus açısından dengeli bir düzenlemeyle karşılanmasına engel değildi gerçi. Ama eski statüyü değiştirme niyeti olmayan Osmanlı devleti, bölgedeki nüfus oranları konusunda yukardaki kaba hileye başvurmanın yanında, Ermeni nüfusunu rakam olarak da elden geldiğince az göstererek özerklik ve reform taleplerini boşa çıkartmaya çalışıyordu. Rakamlar ve oranlarla oynama dışında Ermeni nüfusunu fiilen dağıtma ve tasfiye etmenin çeşitli yol ve yöntemleri de fırsat bulundukça denenecekti. Ermeni sorununun nihayi “çözüm”ü olarak I Dünya Savaşı içinde girişilen soykırımı öncesinde bu tasfiyenin doğu genelindeki yaygın fakat kısmi bir denemesi 1895-96 yıllarında gerçekleştirildi. Bunu daha lokal bir deneme olarak 1909 Adana katliamı izledi. Doğuda Hamidiye Alayları’nın da örgütlenmesiyle yoğunlaşan baskı-zulüm, toprak gasbı ve sair uygulamalar Sasun yöresinde Ermenileri 1894’te isyana yöneltmişti. Bu hareketi kanla bastıran Sultan Abdülhamit, bir yerde isyan edilmiş olmasını bahane ederek Orta ve Doğu Anadolu genelinde Ermenileri hedeflemekte gecikmedi. İslam bağnazlığıyla “gavur”a karşı harekete geçirilebilecek çeşitli grupları kışkırtma, gayrı-resmi silahlı çeteleri öne sürme yoluyla her tarafta bir saldırı furyası estirildi. 1895 güzünden 1896 baharına kadar devam eden yağma-talan ve kırımlara devletin güvenlik güçleri kimi yerde katılıp, kimi yerde seyirci kalarak kolaylık sağladı. Erzurum’dan Maraş’a, Sivas’tan Van’a, Diyarbakır’dan Trabzon’a onlarca şehir ve yüzlerce kasabada bir nevi “cihad” gibi cereyan eden olaylar, sayısız mahalle, köy, manastır ve kiliseleri harabeye çevirdi. Ülke genelinde 300 bine yakın can kaybı ve büyük maddi zayiat ile Ermeni halkı bu dönem önemli bir güç yitimine uğratıldı. Saldırılar kimi yerde Ermenileri din değiştirmeye zorlarken, kimi yerde “cennetlik olmak” için doğrudan ve hunharca katliam biçiminde yürütülmüş, kiminde ise mal-mülk ve toprak gaspı önde gelen amaç olmuştu. Doğuda Ermenilerin reform talepleri gerçeklik kazanırsa bunun Kürtler aleyhine olacağı ve Müslümanların “gavur hakimiyeti” altına gireceği propagandası özellikle Kürtler arasında etkili olmuş; bu tehlikenin önünü alma ve Ermeni zenginliklerine konma dürtüsü zaten bir kısmı Hamidiye Alayları’nda örgütlenen Şafi Kürtleri yığınlar halinde saldırı furyasına dahil etmişti. Bu durum saldırıları örgütleyen Osmanlı devletinin dış dünya nezdinde sorumluluğu Kürtlere mal ederek kendini temize çıkartmasını da kolaylaştıracaktı. Dersim’in Alevi-Zaza ve Kürtleri genelde Osmanlı devletiyle çatışmalı ve Ermenilerle iyi ilişkiler içinde olduklarından, başka bölgelerin aşiretleri gibi devlet hesabına vurucu güç olarak kullanılmaları pek mümkün olmamış ve iç Dersim’deki Ermeniler bu olaylardan fazla etkilenmemiştir. Aşağıdaki anlatımlarda görüleceği gibi Dersim’in aşiret liderlerinden bazıları bağımlı bölgelerdeki Ermeni dostlarını koruma yönünde silahlı güçleriyle harekete geçerek kurtarıcı rol de oynamıştır. Bununla beraber yine anlatımlar içinde geçen çeşitli isimler, saldırı furyasına katılan ve ganimetten nasibini almaya çalışan Dersimli aşiretlerin de mevcut olduğu fikrini veriyor. Yapılan tasvirler, çevre köy ve kasabaları talan etmeye yatkın olan birçoklarının bu özellikleriyle teşvik edilerek 1895 olaylarında kullanıldıklarına işaret ediyor. Saldırı furyasına katılan Dersimlilerin yağma ve talan dışında bir amaç gütmedikler anlaşılıyor. Yine de direnişle karşılaşılan yerlerde kan dökme ve yakıp yıkma gibi örnekler sergileniyor. Direnişsiz kaçırtılan yerlerde en azından insanlar yerinden edilmiş oluyor. Sonuçta kanlı ve kansız bu tip saldırıların da Ermeni nüfusunu dağıtma ve tasfiye etme planına yaradığı açıktır. Eldeki kaynakların gösterdiği kadarıyla Dersim’de 1895-96 olaylarından güneydeki bağımlı bölgelerin (Çemişgezek ve Çarsancak’ın) Ermeni yoğun yerleşim alanları önemli ölçüde etkilenmiştir. Geniş planda Dersim’in dış çeperlerini oluşturan ve kimisi yine bağımlı Dersim yöreleri arasında sayılan Arapkir, Eğin, Gürün, Kemah, Erzincan, Tercan, Kiği ve Palu talan saldırıları yanında ciddi katliamlara da sahne olmuştur. Ancak eldeki kitapların verdiği ayrıntılar iç Dersim’e yakın olan Çemişgezek ve Çarsancak yöreleriyle sınırlı kalıyor. (2)

HALK ONDERI H. DEDESOY VE ERMENI HALKINA YONELIK ACIKLAMA

Dersimli Ermeniler-1GÖKÇEN B. DİNÇ / AKTÜEL“Ermeni olduğumuzu 12 Eylül’de öğrendik”."Annem Kürt ama babamın ailesi Ermeni.
12 Eylül’de öğrendik Ermeni olduğumuzu, kendimizi Kürt sanıyorduk, devlet biliyormuş, biz bilmiyorduk. O zaman Ankara’d a çalışıyordum, eşimin, ailemin yanına köyüme gidemiyordum. Gelsem de tokat yemeden dönemiyordum. Sonra ailemi yanıma aldırdım, annem babam kaldı bir tek. Zaten köylerde sadece yaşlılar kaldı. Ama onlar Ermeniliğini söylemiyor baskıdan, buradan göçen gençler söylüyor özgürce."Resmi adıyla Tunceli’nin Alanyazı, halkın diliyle Dersim’in Xozun köyündeyiz. Bir zamanlar Ermeni kilisesinin olduğu alanda, kiliseden kalan tek taşın üzerine oturmuş Hasan Polat böyle anlatıyor hikâyesini. Alanyazı köyünde doğan, Ankara’da köy hizmetlerinden emekli olan Polat, başkentte sorun yaşamamış, çünkü kimliğinde “İslam” yazıyormuş. “Beş çocuğum henüz kimliğimizin tam farkında değil” diyen Polat aslında Türkiye’de ilk kez konuşulmaya başlayan bir topluluğun üyesi: Dersim Ermenileri. Bugüne kadar 1915 Ermeni tehcirinde Dersim bölgesine sığındıkları söylenen, 1937-38 Dersim olaylarında bölgede yaşanan acılara ortak olan Dersim Ermenileri, 12 Eylül’de ve 90’lı yılların terör ortamında da büyük travmalar yaşadılar.“Dersim hiçbir yere benzemez”Dersimli bir Ermeni olan Mirhan Prgiç Gültekin’in dernek kurmaya hazırlandığını öğrenince kendisiyle görüştük. Bölgede yaşayanların bu girişim hakkında ne düşündüğünü öğrenmek, onların hikâyelerini dinlemek için Dersim’in yolunu tuttuk.Tarihi travmalarla dolu bir bölgede, hele Ermeni olmanın hâlâ “küfür” addedildiği, basında “Türkiye’de yaşayan ‘gizli Ermeniler’ bölücülükte önemli rol oynuyor” gibi cümlelerin kolayca sarf edildiği düşünüldüğünde, neyle karşılaşacağımızı tahmin ediyorduk aslında. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşı” dediği Dersim’de ilk gün, Munzur nehrine tepeden bakan bir kahvede uzun süre sohbet ettiğimiz Ermeniler, katliamları, acıları yaşadıklarını anlattılar; yıllardır Ermeni kökenli oldukları için dışlandıklarını söylediler ama ses kayıt cihazını açmamızı veya fotoğraf çekmemizi istemediler. Kimi “Ben gencim, büyüklerim kökenini söylemedikten sonra ben bir şey demem” dedi, kimi “kimliğimize sahip çıkalım ama acele etmeyelim, burası Türkiye’nin başka hiçbir bölgesine benzemez” diyerek uyardı.Elbette “Dersim Ermenileri Derneği”ni kurmaya hazırlanan 29 Temmuz-1 Ağustos’ta düzenlenen 10’uncu Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde stant açan Mirhan Prgiç Gültekin onlarla hemfikir değil: “Ermenilik bugün küfür gibi algılanıyor. Bunun sebebi, bilmemek ve korkmak. Derneği kurmaya karar verdikten sonra bana hem festivalde hem de sonrasında birçok Dersimli Ermeni ulaştı ve olumlu baktıklarını söylediler.” Dersim’de Ermenilere dair hiçbir şey kalmadığını söyleyen, kısa süre önce Bakırköy’de ismini değiştiren Mirhan Prgiç, dernek olarak bölgedeki Ermeni kültürüne sahip çıkacaklarını belirtiyor: “Bu ülkedeki diğer halklarla eşit koşullarda yaşamak istiyoruz. Ermeni isem Ermeni ismi taşımak benim en doğal hakkım. En kötüsü kendi kültürünü başkasının kültürü diye yaşamak. Mesela halay Ermeni oyunudur, biz Kürtlerin oyunu diye öğrendik. Dersim’de Kürtler, Aleviler, Türkler kendi kültürlerini yaşıyorlar ama biz yaşayamıyoruz. Eğer bu ülke demokratikleşecek, tarihiyle yüzleşecekse insanların değerlerini tanımalı.”

ALEVI HALKININ OPNDERI HUSEYIN DEDESOYDAN ONEMLI BILDIRI

Hovsep Hayreni/
DERSİMLİLER ERMENİ KARDEŞLERİNİ DAHA DOĞRU ANLAYABİLMELİ
Hollanda Dersim Vakfı (HDV)'nın tekrar kurum olarak yankı verdiği Petag konulu tartışma en başından Petag'ın müzik çerçevesini aşan bir şeydi.
HDV kendi giriştiği eleştiriyle oradaki şarkıların kaynağından öte Dersim'in geçmişindeki Ermeni varlığını sorgu altına alarak geniş bir tartışmaya davetiye çıkartmıştı. Biz de tamamen kendi ortaya attığı soru ve şaibelere açıklık getirecek cevaplar yazmıştık. Şimdi o geniş tartışma kapısını açanın kendi ilk yazısı değil de benim cevabım olduğunu belirterek yürüttüğü polemikte ise ilgisiz karşılık ve soyut suçlamalarıyla konuyu tıkayıcı bir tutum sergilemiş. Haksız ithamlarına yanıt olarak son bir kez meramımı anlatmaya çalışacağım. Devam edecek anlayışsız karşılıklar olursa artık duymazdan gelmeyi gönül rahatlığıyla tercih edebilirim.
“MİSYONERLİK” İTHAMI ÇOK YERSİZ VE BİRAZ DA AYIP DEĞİL Mİ?
Öncelikle HDV'nin bana yakıştırdığı “misyonerlik” ithamına değineceğim. Yazısının başlığında bunu ima eden ve öncelikle bu temelde yüklenmeler yapan yazar hiç bir somutlama gereği duymadan “Hayreni’nin cevabında kullandığı argümanlar bizler için yeni değil. Biz bu argümanları en az 150 yıl öncesinden tanıyoruz. Dersim ve çevresinde o zamanlar görünmeye başlayan Batılı misyonerler üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri tekrarlayarak belirtiyorlardı” demiş. Aşağıda değineceğim çarpıtılmış “cahil” kelimesi dışında bir tek örnek vermemiş, neleri kastettiğini açık bırakmış. Ama ben neler yazdığımı biliyorum, isteyen okuyucu da önceki yazılara erişebilir. Kimin hangi niyetle söylediği değil, söylenenin ne olduğu ve neye dayandığıdır önemli olan. Tartıştığım konular kendilerinin inkardan geldiği, küçümsediği, son derece önemsiz göstermeye çalıştığı eski Ermeni varlığı ve etkileri çerçevesinde şeylerdi. Cevaplarımda temel aldığım veriler uydurma değil, belgeli ve gerçekti. Gerçek olan bir şeyi, örneğin bir yer isminin kaynağını oluşturan tarihi kiliseyi yerli kaynaklar gibi yabancı gezginin notları da teyit ediyorsa ne yapacağız? O bir misyonerdir diye gerçeği çöpe mi atacağız? 150 yıl önce Dersim'e uğrayan yabancının neyi neden kurcaladığı ayrı bir sorun. O bizi bağlamaz ve bu gibi soyut benzetmeler ortak tarihimize ilişkin tartışmalarımızı ipotek altına alamaz.
Benim 150 yıl önceki argümanla konuştuğumu öne süren HDV yazarı, bu soyut suçlamayı yaparken asıl kendisinin çok kötü bir argümana sarıldığının ayrımında değil mi acaba?
Türkiye'nin iç siyasetiyle ilgili olan herkes son on yıldır o “misyonerlik” kavramı etrafında yaratılan yapay korkuların farkındadır sanırım. Mesnetsiz “misyonerlik” suçlamaları bilhassa istenmeyen azınlıklar üzerinde psikolojik baskıyı arttırmak ve tabu konularda konuşma cesaretini kırmak için kullanılan demagojik bir silah olmuştur. Hatırlayalım biraz, Hrant Dink'in katline uzanan süreç onun Sabiha Gökçen'le ilgili ifşaatine karşı hotzot ültimatomlarla başlatılıp mahkeme kapılarında koca pankartlara yazılı “Misyoner çocuğu” gibi küfür ve tehditlerle pişirilmişti. Ardından Malatya'daki hunhar katliam yine “misyonerlik” argümanlarıyla kotarılmıştı. Daha başka planları açığa çıkan Ergenekoncuların bir çok tertibi “misyonerlikle mücadele” kılıfına büründürdükleri de biliniyor. Onların tarihte “emperyalizme karşı kurtuluş savaşı” dedikleri de bu toprakların gayrı-müslim yerlilerinden kurtulma savaşıydı, bugün “misyonerliğe karşı” gösterdikleri her şey de bir avuç kalmış aynı kesimleri sindirme, susturma, kaçırtma ve bitirme mücadelesidir.
Bu uç örnekleri anmaktaki maksadım herhangi bir özdeşlik iması kesinlikle değil. Tartışma muhataplarımın o faşist çevrelerle bir yakınlığı olamayacağını gayet tabii biliyorum. Çeşitli kavramların farklı politik eğilimler tarafından farklı içerik ve yönelimlerle kullanılabileceğini de gözardı etmiyorum. Ama eğer bir yerde niteliği belli çevrelerin saldırı sloganı haline gelmiş bir kavramsa sözkonusu olan, onu kullanmakta daha özenli davranılması demokratik duyarlılık gereğidir. Bu ülkede ağzını açan yerli azınlığa “yabancı mihrak” ve “misyoner uzantısı” yaftasını yapıştırmanın öylesine belirgin ultra-nasyonalist bir moda olduğu dikkate alınırsa, bizim gibi azınlıklar arası tartışmada bu tür argümanlara başvurmanın yanlışlığı yanında ne kadar kırıcı olacağı kolayca anlaşılır. Bir an için ona yüklenilmiş özel manaların baskın atmosferinden kendimizi sıyırarak misyonerlik kelimesinin en makul sözlük anlamları etrafında düşünsek bile yapılan itham yersizdir. Kaldı ki HDV'nin kendi ideolojik bakış açısı her ne ise o çerçeveden ima ettiği ve “150 yıllık çalışmaların devamı” diye yazısının başlığına taşıdığı anlam o kadar masum değil; ne denli soyut kalsa da anlayacak olan için öyle yada böyle “yabancıların gizli emelleri ve sinsi planları”nı akla getirir.
Yapılan ithamın bana hatırlattığı bir başka enteresan olayı örnek veriyim: 20 Şubat 2008'de Vakıflar Yasası değişiklik teklifinin tartışıldığı TBMM oturumunda CHP ve MHP'li vekillerin hırçın itirazlarına katılan Kamer Genç “Bugün Anadolu'nun bir çok yerinde, işte benim memleketim Tunceli'nin bir çok yerlerinde kilise kalıntıları var. Şimdi sizin getirdiğiniz bu kanunla adamlar gelecekler, her tarafta, işte şu kiliseyi canlandırma vakfı, bu kiliseyi ihya etme vakfı, dolayısıyla Türkiye'yi paramparça edecekler” diyerek milletin ödünü kopartmıştı. HDV'li arkadaşların hemşerilik dışında Kamer Genç ve onun siyasi hattıyla da ilgileri olmayabilir. Ama tartıştığımız konudaki reflekslerinin kafamda bu olayı çağrıştırması yersiz değil. Biz de Dersim'deki eski Ermeni izleri üzerine konuşurken HDV'nin takındığı tutum yukardakini andırıyor ve benim “misyoner tavrı” içinde bu işleri kurcaladığımı öne sürmekle benzer korkuları dürtüklemiş oluyor. Bakın Kamer Bey'in o müthiş öngörüsüne bir gıdım hak kazandıracak olmasa da, bugün Dersim'deki Ermeni uygarlık kalıntılarını araştırıp ayakta kalan çok az eseri restore etmeyi de amaçlayan bir girişim var. Benzeri bir çabayı Sasonlu Ermeniler de gösteriyor. Şimdi Dersimliler ve Sasonlular arasında da yersiz şüpheler üretilirse bu defa Türkiye'nin değil ama bu bölgelerin Ermeniler tarafından istila edilmek istendiğine yönelik seslerin duyulması işten olmaz.
HDV Dersim Ermenileri adına dernek kurucusu Miran Pırgiç Gültekin'in girişimini gazetelerdeki muğlak bir cümle üzerinden Dersimlilere karşıt algılayıp tepki göstermiş. Sabah gazetesinde yer verilen “Dersimli Ermeniler bölgenin ideolojik yapısı nedeniyle kaygı taşıyor” sözü yanlış aksetmiş birşey olamaz mı? Bunu kendisine sorduğumda, sözlerinin özetlenerek yazılmasından kaynaklanan bir anlam kayması olabileceğini, kastettiğinin bölge halkı değil devlet tarafından yaratılan korku atmosferi olduğunu, Dersim'de ağır basan muhalif politik eğilimler nedeniyle 12 Eylül sonrası devletin muazzam yüklenmesi ve Ermeni kökenli olanların daha özel hedeflenmesi gerçeğine gönderme yaptığını anlattı. Aynı gazetede daha önce çıkan şu sözleri bölge halkına bakışının olumsuz olmadığını gösterir: “Mihran Pırgiç Harput'ta, Sason'da, Malatya'da az da olsa ismiyle yaşayan Ermenilerin bulunduğunu, ama Dersim Ermenilerinin hepsinin 'döndüğünü' söylüyor ve ekliyor: Çünkü Dersim halkının kültürü ile Ermenilerin kültürü benziyor” (1 Ekim 2010). Burdan anlaşılması gereken, Dersim'deki Alevi inancı kendilerine yakın geldiğinden buradaki kimlik dönüşümünün daha kolay tercih edilen bir şey olduğu, 1915 kalıntılarının bu sığınak olmasıyla ünlü bölgede Ermenilikleriyle devletin gözüne batmamak için Alevi toplumu içinde erimeyi yeğledikleridir. Dersim'in ideolojik-kültürel dokusuyla Ermeniler için en az kaygı verici, en çok rahatlık sağlayıcı yer olduğu bir gerçek. Ama hiç bir pürüzün yaşanmadığını söylemek de mübalağa olur. Bu bakımdan Alevi olmuş Dersimli Ermenilerin yine de yer yer kendilerine “soyu kırık” denilmesi yada Ermeniliklerini ifade edince “haşa haşa” diye karşılanması gibi itici davranışlar nedeniyle belli rahatsızlıklar duyduyları biliniyor. Bunları yok saymak veya bir serzeniş olarakdile gelmesinden kötü anlamlar çıkartmak da yanlış olur .
HDV benim Dersim'e gösterdiğim ilgiyi 19. yüzyıldaki Batılı gezginlerin ilgisine benzeştirmek ve buradan “misyonerlik” ithamını gerekçelendirmek için alakasız paralellikler kurmayı denemiş. 100-150 yıl önce Dersim'e uğrayan Batılılar orada Kızılbaşları Hristiyanlığa çekmek için çaba göstermiş ve yerli Ermenilerden de yardım görmüş olabilirler. Bugün bizim gerçekliğimizin bununla benzerliği nedir? Yazarın dağınık ifadelerini biraraya getirerek ne demek istediğini düşününce benim anlayabildiğim şu oluyor: “Bir yabancı olarak” itham ettiği ben ve konuyla ilgilenen başka Ermeniler eski misyonerlerin yerini almışız, “bizdeki kendini bilmezler” dediği Mikail Aslan ve onun gibi bazı Dersimliler de eskiden misyonerlere refakat eden yerli Ermenilerin rolünü oynamakta galiba!.. Kendi halkının saygın bir sanatçısına bu üslupla çatan, bir nevi haddini bildirme mesajı veren HDV, bana atfettiği “aba altından sopa gösterme” saygısızlığını kendi tavrında görmeye çalışsa iyi eder.
Benim yabancı sayılmama gelince, dar anlamda doğru olabilir. Ama Dersim'le ilgilenmemin kuşkuyla karşılanmasını gerektirecek ölçüde değil. Doğma büyüme Dersimli olmasam da Anadolu insanıyım ve bölgeyle neredeyse yerlisi kadar tanışıklığım var. Eski politik bağlar vesilesiyle Dersim'in her tarafından ve her renginden dostlara sahibim. Eşimin Dersimli olması nedeniyle de bağlantılıyım. Dersim tarihi ve kültürüne ilgim bu yakınlıklardan başlangıç alıp zamanla Ermeni tarih kaynakları içinde Dersim ve yakın çevresine adanmış çok sayıda eserin varlığını keşfetmemle gelişmiştir. Eski Ermeni izlerinin yoğunluğu yanında Kızılbaş halkının kültürel yakınlığı ve soykırım sürecinde kendini göstermiş dostluğuyla, tarihten beri süregelen özgürlük tutkusu, direniş geleneği ve dinmeyen acılarıyla çok müstesna özgünlüklerin buluştuğu Dersim bir sevda gibi beni çekmiştir. Dersim hakkında Türkçe kitapların az miktarda istisnalar hariç Ermenice kaynaklardan yoksun ve Ermeni tarihinden bihaber yazılmış olmaları da dikkate alınırsa, o kaynakların içerdiği zengin bilgileri bir şekilde derleyip çevirme ve Türkçe okuyucuların ilgisine sunmayı doğal bir görev gibi yüklenmemin sebebi hikmeti sanırım çok iyi anlaşılır. Bu benim bütünüyle bağımsız ve içten gelen bir uğraşımdır. Sözünü ettiğim koşullar başka bölge kapsamında oluşsa aynı ilgi ve araştırma çabasını o bölgenin tarihine yöneltebilirdim. Bu da neden Kayseri, Diyarbakır veya Erzurum değil de Dersim üzerine çalıştığımın izahını vermeye yeter. Şimdi ben de aynı açıklıkla şu sorunun cevabını alabilmek isterim: Bu toprakların Ermeni halkından birinin, hiç de yabancılarla dirsek teması olmadan, kimsenin hesabına çalışmadan, ilgi duyduğu bir bölge kapsamında kendi halkının yazılı kayıtlarına dayanarak tarihsel inceleme yapması, onları okuma imkanı olmayanlarla paylaşması ve tartışılan konularda görüş belirtmesi neden misyonerlik olsun? Bunu doğal bir ilgi olarak saygıyla karşılamak, hatta memnuniyet duymak ve yanlış görülen şeyler de varsa kırıp dökmeden tartışmak neden mümkün olmasın?
DERSİM TARİHİ GİBİ ÇOK KÜLTÜRLÜ BİR ALAN KİMSENİN TEKELİNDE OLABİLİR Mİ?
HDV'nin yazdıklarına bakılırsa öyle bir incelemeye de hakkım yok demektir. Ona göre Dersim tarihi yalnızca Kırmanc (Zaza) halkının tarihidir ve bir Ermeninin oraya burnunu sokmaması gerekir. Sona doğru şöyle buyurmuş: “Siz, anlamadığınız konularla uğraşmak yerine, kendi tarihinizi en iyi şekilde yazın, bizimkisini de bırakın biz yazalım”.
Burada verilen fikir basitçe “siz Ermeni tarihiyle, biz de Kırmanc tarihiyle ilgilenelim, birbirimizin alanlarına karışmayalım” diye savunulabilir. Lakin mantıksal olarak imkansızdır. Ermeni tarihi Dersim'i de kapsamıyor mu? Sanırım sorun burada yatıyor. Soruyu bir de şöyle yöneltelim: İki halkın ortak yurdu olan Dersim'in genel tarihi her ikisini de ilgilendirmez mi? Beraberce yaşanmış bir geçmişten bahsediyoruz. O geçmişin yazılı en geniş bilgileri Ermeni tarihçilerin eserlerinde bulunuyor. Bakın Dersim ve Zaza tarihini yazmaya çalışan Seyfi Cengiz kendi sözlü halk geleneğinde geçen tarihsel olgu ve figürlerin izlerini baştan sona yazılı Ermeni tarihi içinde sürüyor ve Avrupa dillerine çevrilmiş ne kadar Ermenice tarih kitabı varsa onları irdeliyor. Çevirisi bulunmayan ve özellikle Dersim çevrelerini konu eden başka Ermenice eserlerin de bilgilerini merak ediyor. İncelemelerinde yaptığı çıkarsamalar ne kadar doğru, ne kadar yanlıştır, konumuz bu değil. Çok tartışma götürür olsa da, yaptığı çalışma takdir edilecek devasa bir şeydir ve konumuz açısından şunu tanıtlıyor ki, Ermeni tarihiyle Zazaların tarihini birbirinden yalıtarak incelemek mümkün değildir. Dersim özgülünde iyice içiçe geçmiştir. Çağlar boyu soyların karışımıyla şekillenen kimlikler sözkonusudur. Kısmen bilinen, büyük ölçüde bilinemeyen, bazı belirti ve söylencelere dayanılarak hipotez düzeyinde yorumlanan şeylerdir. Seyfi Cengiz de bu yönlü bir yığın yorum yapıyor ve hatta hipotez olmaktan öte gidemeyecek bazı görüşlerini kesin tespitler gibi dile getiriyor. HDV'nin anlayışına göre onun da buna hakkı olmamalı. Dahası HDV kendi yazısında “Sizler Hiristiyan olmadan önce tamamen İrani dünyaya, yani bizim atalarımıza ait inanç ve kavramlarla yaşamaktaydınız” diye başlayıp devam eden sözleriyle kendisi de Ermeni halkının tarihini yorumlamaya çalışmış. Şu halde ne demek oluyor bize âit olan anlamadığınız konularla uğraşmayın” çıkışması?.. İyi öyleyse siz Ermenice öğrenin de kendiniz inceleyin o kaynakları. Yada büsbütün yok sayın, “ne beklenir ki, Ermeni iddiaları işte” deyip geçin diyesi geliyor insanın.
Bir bakıma budur HDV'nin yaptığı. Daha ilk paragrafta şartlandırıcı şekilde “Ermeni iddialarını irdeleyeceğiz” diye başlıyor. Sonra benim (hiç öyle bir şey söylemediğim halde) “Ermenice kaynakların tartışmasız doğru olduğunu” ileri sürdüğümden dem vurarak ve de aksine onlara çok şüpheli bakılması gerektiğini hatırlatan vurgular yaparak kendince bir önyargı yaratmaya özen gösteriyor. Ne malum doğru oldukları, gerçeğe uygun yazıldıkları, tahrifat ve abartılar içermedikleri, vb, vb... Eh, kim diyebilir ki, tarih yazımları bu tür olasılıklar içermez? Muhakkak bunlar olabilir, ama bu her dilde yazılan ve her millete ait tarih kaynakları için geçerli bir genel kayıttır. Bunun gereği de her zaman ihtiyatlı inceleme ve mümkün olduğunca çok yönlü araştırmayla bilgilerin sağlamasını yapmaktır. Ben imkan dahilinde bunu gözetiyorum. Örneğin eski yer isimlerini çok farklı kaynaklarda rastlanabilen değişik yazılımlarıyla karşılaştırmalı olarak ele almaya özen gösteriyorum. Tarihsel, dinsel, kültürel çeşitli temalara doğrudan yada dolaylı değinen Dersim konulu Türkçe kaynaklara da baş vuruyorum. Ermenice kitaplarda anlatılan herşeye gözü kapalı doğru gözüyle bakmıyor ve derlemeler yaparken abartılı bulduğum bilgi yada dayanaksız gördüğüm tezlere ilişkin ihtiyat notu düşmeyi de ihmal etmiyorum. Bunu bir yana bırakalım, konuyla ilgili Ermenice eserleri olduğu gibi çevirmek ve Türkçe okuyucuların yararlanmasını sağlamak bile kendi başına yararlı görülecek bir şey değil midir? Ha, bu sefer de “ne malum doğru çeviri yapıldığı” filan denilecekse (ki HDV bunu da eksik bırakmıyor), o zaman orijinali bildiğiniz dille yazılmış olanlar dışında hiç bir şeyi okumayın diyeceğim kendilerine.
BİR TÜRLÜ ANLAŞILMAK İSTENMEYEN ESKİ İSİMLER ÜZERİNE BİR KEZ DAHA
Sorpiyan isminin orijinal aslının Surp Ohan olduğu yalnız Ermeni kaynaklarından değil, 1530 tarihli Osmanlı haritası ve 1866 tarihli G. Taylor'un gezi notlarından da anlaşıldığı halde, HDV bunu safsata sayıyor. Bir çok ismin sonunda “sor” gibi telafuz edilen “tsor”un Ermenice dere olduğunu belirtmemi “kart-kurt teorisi” diye dalgaya alıyor. “Hopik kelimesini bir yerden Ermeniceyle ilişkilendirmek için olağanüstü gayret sarfeden Hayreni’nin, isimler ile ilgili, ciddiyetten uzak, yazdıklarını değerlendirmeye gerek bile görmüyoruz” diyor. Üstelik bunu Hopik'in her ne kadar Ermenice kırsal yöre diline girmişse bile köken olarak Kürtçe, Zazaca ve eski İran dillerine ait oluşunu kabul etmeme rağmen söyleyebiliyor. Hakikaten ciddiyetten uzak olan kimin yaklaşımıdır?..
HDV o kadar “ciddiyetli” ki, benim yazımda defalarca aynı şekilde geçen Surp Ohan ismini kendi yaptığı alıntıda “Surp Orhan”, yine onun bir varyantı olarak geçen Surp Ehan'ı da “Surp Erhan” diye aktarmış. Yani kafasındaki Türkçe çağrışımlara dönüştürmüş, hem de her defasında aynı yanlışı yaparak. Üstelik “bu kiliseden hem Erhan hem Orhan diye bahsedilmesi de ilginç” diye bir güvenilmezlik ünlemi koymuş. Anlaşılan biraz daha açıklama gerekiyor. Başka dillerdeki karşılığı Johannes, Johan, Jean vb olan o isim Ermenicede en bütünlüklü haliyle Hovhannes'tir. Bundan Ohannes, Ohannik ve Ohan'a, Hovhan ve Ovan'a, Hovag, Hovik ve Hovo'ya, Onnik ve Onno'ya kadar çeşitlenen, aynı ismin kısalımından oluşan türevler mevcuttur. Bir de bunlara kırsal yöre ağızlarında görülen ufak değişimleri ekleyin. Ohan'ın Ehan'a dönüşmesi bu kapsamda gayet doğaldır. Kilisenin orijinal kayıtlardaki ismi, atfedildiği azizin adıyla Ohan olarak okunur, ama onun yerel telafuzunu “Ehan” olarak duyanlar öyle kayıda geçebilir. Bu nedenle İngiliz gezginin notlarına Surp Ehan geçmiş. Kiliseyle bir olan köyün ismi de Osmanlı haritasında Surbehan diye yazılmış. Tamamen aynı noktadaki köy ismi son dönemlere ise Sorpiyan diye ulaşmış. Yeterince anlaşılır değil mi?
Bu konuda ikna olmazlık inadına tutulan HDV, “Surp Garabed adı ve daha onca isim değiştirilmeden bugüne kadar geldi ama her nedense telafuzu daha kolay olan Surp Orhan değiştirildi” gibi bir soru işareti daha koymuş. Örnek verdiği Surp Garabed bir köy ismi değil, Halvori'deki manastırın ismi. Tabii doğru şekilde yazılıp okunacak, çünkü yazılı kaynaklardan orijinal şekliyle aktarılıyor. Yani halkın dilinden ve yüzyılların telafuz değişiminden geçerek gelen bir örnek değil bu. Zaten Dersim'in Kırmanc halkı o manastırı “Vank kilisesi” diye bilir. Vank manastırın Ermenicesidir. Çok yerde “Venk” telafuz edilir. Surp Garabed de köy ismi olsa ve dilden dile aktarılsa kimbilir neye dönüşürdü. Nitekim Çemişgezek'in Eğin'e sınır teşkil eden yöresi Osmanlı dönemi nahiye düzeyinde “Siptoros” diye kayıtlara geçmiş ve öyle anılmıştır. Aslı ise Surp Toros'dur ve o yöredeki eski bir kilise yada manastırin adından gelir. Yine Kemah-Erzincan arasındaki Surp Sarkis Vank'ın adı Osmanlı haritasında Vank-i Sipserkis diye okunuyor. Hayret edilecek ne var, Türk nüfus memurları insanlarımızın isimlerini bile nüfus kağıdına yanlış kaydediyor ve örneğin sizin değiştirilmediğini söylediğiniz Garabed'i bazen rencide edecek şekilde “Karabit” yazdıkları bile oluyordu.
GAĞAND-GAĞAN VE PAVLİKYANLAR BAĞLAMINDA DOĞRULAR YANLIŞLAR
Benim “herşeyi Ermeniliğe ve Ermeniceye bağlama dürtüsü” ile hareket ettiğimi ileri süren HDV'nin asıl kendisi ters yönlü bir saplantı içinde olup, Dersim'de adeta hiç birşeyin kökeninin Ermeni olamayacağı mesajını vermeye devam etmiş. Yer isimlerinden bazı ortak geleneklere kadar her konuda bu refleksi görüyoruz. İşte bir tanesi daha, üstelik benim hiç değinmediğim durumda kendiliğinden gündeme getirdiği bir itiraz: “Gağanın bize Ermenilerden geçtiği hep belirtilir. Ermenilerin “gağand”ı Kırmanccada gağan oldu denir. Bu sadece ses benzerliğinden kaynaklanan tamamem manipulasyona dayalı bir yaklaşımdır. Bu ritüelde İrani olup 'Gahanbar' adıyla bilinir...”.

Peki Gağand ile Gağan arasında sadece ses benzerliği mi var? Her ikisi de yeni yılı karşılayan kutlamalar değil mi? Bildiğim kadarıyla öyledir ve aynı zaman periodu içinde gerçekleşiyor. Ermenilerde 31 Aralık-1 Ocak gecesi kutlanır, Dersim'in Gağanı ise Aralık sonu ve Ocak başındaki günlere yayılan daha uzun bir kutlama. Buradaki üç günlük oruç en önemli farkı oluşturuyor. Khal Khek oyunu da bir özgünlüktür. Ama uzun sakalları, asası ve heybesiyle oyunun baş aktörü olan bu figür Ermeniler'deki hediye dağıtan Gağant Baba ile benzerlik arzeder. Yani ritüeller farklılaşsa da ortaklaşan yanlar vardır. Buna karşılık referans verilen Gahanbar'ın daha fazla benzerlik arzeden yanı nedir? Merak edip internette aradım, hem İran'daki Gahanbar, hem de Hindistan'daki Gahambar'ın yılda altı defa farklı motiflerle tekrar eden beşer günlük kutlama ve ritüellere verilen genel isim olduğunu yazıyor. Bu altı periyoddan biri kış ortası ve Ocak ayı başına gelse de sanırım anlamı farklıdır. Çünkü Hint-İran geleneğinde yılbaşı olarak 21 Mart kabul görüyor ve zaten altı festivalin sonuncusu da 16-21 Mart arası yapılıyormuş. HDV ayrıca o ismi ikiye ayırarak “Dersim’de hem gağan hem de bar (örneğin bare bijeku) ritüeli vardır” diyor. Bu iki kelime çok ikna ediciymiş gibi başka bir izahat yapmıyor. Daha ilginci bir yerde o geleneği kesin ifadelerle İran'a bağladıktan sonra başka ihtimal de gösterme ihtiyacı duymasıdır: “Ayrıca Dagan adında Sümer bereket (God of grain) tanrısı olduğunuda belirtelim. Dersim’de ki gağan da buğday ile yapılan ritüeller ile ölüler için yapılan ritüleller bu geleneğin kimden kime geçtiği konusunda sanırız yeterli ip uçları veriyor.” Şimdi bu ifadeden ne anlayalım? Dersim'deki Gağan İrani mi, yoksa Sümerler'in mirası mı? Yada biri aklınıza yatmazsa ötekini kabul edin mi demek istiyor HDV? İyi de ihtimaller birden fazlaysa neden onlardan biri de Ermenilerin Gağand'ı olmasın?
O ihtimale peşinen karşı olduğu gibi, eğer birinden birine geçmişse bunun tersi yönde düşünülmesi gerektiğini ima ediyor. Fakat ne yazık ki Gağand kelimesinin eski ve yeni İran dilleriyle bir ilgisi yok. Konusunda uzman olan Hraçya Acaryan'ın Ermenice Etimolojik Sözlüğü'nde bu kelimenin orijini Latince “calendae” (yılın girişi) olarak açıklanıyor. Oradan bir çok batı dillerine ufak farklarla geçen ve yılbaşı yada yeniyıl anlamıyla yerleşen kelime Yunanca “kalanda” üzerinden Ermeniceye girmiş. Dışardan ödünç alınan kelimelerdeki “L” sesleri Ermenicede genellikle “Ğ”ye dönüştüğü için bu kelime de Gağand biçimini almıştır. Batı Ermenicesinde telafuzu Gağant'tır. Dersim'deki Gağan isminin de içiçe yaşanılan Ermeni halkından geçmiş olması pekala muhtemeldir. Kaynağı belirsiz kaldığı durumda iddiacı olmak doğru değil, ama aynı ihtiyatı tersi yönde kanaat belirtenlerin de göstermesi gerekir.Ardından Pavlakilik ile Kızılbaşlık arasındaki muhtemel bağları değerlendirmeye gelince, bu defa da Pavlikyanların eski İrani geleneklere bağlı olduklarını ve Ermeni kilisesinin onlara zulmettiğini belirterek aslında her ikisi de Ermeni kimlikli olarak bilinen karşıt eğilimlerden verili durumda ezici olanı hiç kuşkusuz Ermeni, mağdur olanı ise muhtemelen gayrı-Ermeni göstermeye çalışmış HDV.
Pavlikyanlar'ın ve başka alternatif inanç akımlarının Ermeni kilisesi tarafından şiddetle yok edilmeye çalışıldığını inkar edecek değilim. Her ulusun tarihinde olduğu gibi Ermenilerin tarihinde de gurur duyulmayacak veya lanet edilecek şeyler vardır. Ermenistan'da Hristiyanlığı resmi din olarak ilan eden Aziz Grigor ile Kral Tırdat'ın eski çoktanrılı inanca ait tapınakları ve sair eserleri yerle bir etmeleri aynı şekilde acı verici bir durumdur. Hristiyanlığa bağlanan ve inananların İran tarafından Mazdeizm dayatmasıyla gelen saldırı ve istila karşısında ölümüne direnmeleri saygı duyulacak bir eylem iken, kendi içlerinde gelişen muhalif inanç akımlarını zorbalıkla ezmeleri ise tersine kınanacak bir eylem olmuştur.
HDV “Ermenilerin gurur duydukları kiliseleri...” yada “Sizin övünerek sahip çıktığınız 1700 yıllık kiliseniz...” diye başlayan olumsuzlamalarıyla sanki Ermeniler arasında kilisenin tarihsel rolüne eleştirel bakanlar olamazmış gibi bir yargı yürütmüş. İma ettiği gibi bütün Ermeni tarihçiler Pavlikyanları kötüleme ve onlara yapılanları mübah gösterme eğilimiyle yazmış değiller. Kiliseye bağlı ve onu yüceltme duygusuyla hareket edenlerin tutumu böyle olmakla beraber, o dönemleri inceleyen farklı görüşlerden Ermeni tarihçilerin Pavlikyanlar, Tondrakyanlar ve daha onlardan önceki Manikelik, Borboritlik, Mıdzğınelik gibi heretik akımlar hakkında objektif değerlendirmeleri de mevcuttur. Bu doğrultuda en kapsamlı çalışmalardan birini yapan Stepan D. Melik-Bakhşyan “Ermenistan'da Pavlikyan Hareketi” adlı eserinde sözkonusu akımların felsefi özellikleri yanında feodalizme karşı sosyal direniş muhtevasını da tahlil eder ve onları ezmeye çalıştığından dolayı kiliseyi yerden yere vurur. Yalnız o akımların ezilmesinde esas güç dönemin Batı Ermenistan'ına da hükmeden Bizans İmparatorluğudur. HDV “Bizans’ın yardımı ve desteği ile Ermeni kilisesinin acımasız takibine ve katliamına uğramışlar” diyerek esas ve tali unsurları birbirine karıştırıyor. Daha önemlisi, ezici taraftakilerin Ermeniliğine şüphe kondurmazken ezilen taraftakilerin kimliğini imalı şekilde tartışma konusu ediyor. Genel bir bakışla tarihsel Ermenistan'da değişik etnik grupların olması ve ayrıca Ermeni kimliğinin gerisinde yer yer farklı kökenlerin de bulunması çok doğaldır. Dersim'deki Zaza halkının atalarından bir kısmının o dönemler yine bu çevrelerde yaşayan İrani soylardan olabileceklerine itirazım yok. Ama konunun bu yanını netleştirme bakımından halk tabakaları için kayıtlarda pek birşeye rastlanmazken, devrin politik ve dinsel yöneticilerine ilişkin daha somut veriler mevcuttur. Ermenistan'da Hristiyanlığı ilan edenler ile halefleri arasında Part ve Pehlevi kökenlilerin az olmadığı o lider şahsiyetler hakkındaki yazılı kayıtlar sayesinde biliniyor. O halde neden onların değil de özellikle muhaliflerinin İrani olabilecek yönlerine dikkat çekiliyor? Sizin atalarınız bizim atalarımıza zulmetmiş demeye getirmek için mi? Bu özgülde doğru yaklaşım ortak yaşanmış tarihin iyi ve kötü yanlarıyla da ortak atalarımıza ait olduğunu düşünmektir diyebilirim.
Yazının bu bölümlerinde sıkça yapılan siz-biz vurgusu ve iki halkın inançlarını taban tabana zıt gösterme durumu da sağlıklı değil. Ermeni kilise yönetiminin kurumsallaşan bütün dinlerdeki ruhani üst tabaka gibi ezici roller oynamış olmasından dolayı, Hristiyanlığın hümanist özüne bağlı halk yığınlarının inancını ayrı tutmayacak şekilde bir bütün olarak o dini “despotik ve hegamonyacı” saymak yanlıştır. Sonuçta Pavlikyan akımı da eski inancın doğaya ve insana dönük değerleri yanında Hristiyanlığın ilk çıkışındaki hümanist özünü sahiplenerek, onun sonradan kurumsallaşan yapısına karşı çıkmış, hiyerarşisine ve ayrıcalıklarına başkaldırmış, İsa'nın katledilme aracı olan haça tapınmayı reddetmiş, inancın kilise gibi özel mekanlara ve aracılara gerek olmadan kişiden tanrıya doğrudan iletişimle yaşanmasını savunmuş, dinin sosyal adaletsizlikleri sürdürmenin örtüsü haline getirilmesine isyan etmiştir. Bizans İmparatorluğu'nun doğu hattında Divriği merkezli gelişen, kuşkusuz Dersim'i ve başka bölgeleri de saran hareket, 870'lerde Divriği'yi harabeye çeviren kanlı yöntemlerle ezilir. Daha esaslı dağıtmak için bir kaç dalga halinde imparatorluğun doğu bölgelerinden Balkanlar'a önemli bir nüfus sürgün edilir. Ancak ölmesi umulan akım bu defa Balkanlar'da canlanır, değişik isimlerle yüzyıllar zarfında güney-batı Avrupa'ya kadar yayılır. Çok sonraları Hristiyanlıkta reform olarak doğan Protestanlığa kaynaklık ettiği düşünülen bu akımın, Küçük Asya ve Balkanlar'da şekillenen Aleviliğe ve özelllikle Dersim ve Koçgiri'deki Raa Haq inancına esaslı bir maya olduğu da tahmin edilebilir. Dersim'de Gregoryan kiliseye bağlı Ermeni halkıyla Kızılbaş Zaza ve Kürt komşuları arasındaki kültürel yakınlık iyi incelenirse eski Pagan yada Zerdüşti doğa inancı ile Hristiyanlığın hümanist özünün her ikisinde az çok ortaklaşan yönler olduğu görülür. Raa Haq inancının da kendine özgü bir dinsel organizesi, pirleri dedeleri ve talipleri olmakla beraber merkezi politik ve ruhani kurumlardan bağımsız gelişimiyle daha açık, esnek ve hoşgörülü bir kültürel şekillenme sağladığı doğrudur. Ama bununla övünülürken bizlere “hegamonyacı dini terbiye almış kişiler” gibi önyargılarla bakmanın ve itici davranmanın öyle bir özle ne kadar bağdaştığını da arkadaşların düşünmelerini isterim. İnsanların bakış açılarını oluşturan salt içinden geldikleri toplumun kültür ve gelenekleri değil, yaşam boyunca farklı ortam ve akımlardan aldıkları, toplumsal pratikten edindikleri değerlerin toplamıdır.
SÖYLENMEMİŞ ŞEYLERDEN DERSİM ADINA ÇIKARILAN YERSİZ HAKARET ALGILARI
Bu nokta aslında ilk baştaki misyonerlik ithamıyla ilgiliydi, ancak sona doğru başka konularla da bağlantılı olduğundan bu arada ele almayı uygun buldum.
HDV adına yazan(lar) benim yazdıklarım üzerinden değil, kendi tahayyülleri üzerinden fikir yürütmüş. Yazımın hiç bir yerinde kendilerine genel anlamda “cahil” ithamı yapmış değilim. 1915 öncesi Dersim'deki Ermeni varlığını hiçe yakın göstermelerini “biraz bilgisizlik, biraz da öyle görme eğiliminden kaynaklı subjektif bir yargı” olarak eleştirmiştim. Yine aynı konuda Molineux-Seel'den yaptıkları gayet seçici alıntıyı belge istismarı olarak değerlendirmiş ve sonuç diye ortaya koydukları şeylerin “yalnızca niyetlerini ele veren değil, konunun cahili olduklarını da gösteren bir karikatür sergisi gibi” olduğunu yazmıştım. Bu son cümlenin biraz ağır olduğu doğrudur. Yazımdaki duygusal çıkışlardan ve kırıcı olabilecek ifadelerden dolayı özür dilerim. Ama söylemediğimi söylemiş gösterip “bakın nasıl hakaret ediyor” havasına sokulması ayıptır.
Böylesi durumlarda ciddi olan eleştireceği cümleyi olduğu gibi aktarır ve onun üzedinden ne diyecekse der. Okuyucu da objektif zeminde kendi kanaatini yürütür. Burada yapılan nedir? Çok somut olarak tartıştığımız bir konuya atfen, özellikle de araştırmadan iddiacı konuştukları için “konunun cahili” olduklarını söylemişim, arkadaşlar bir bütün olarak “cahil” dediğimi varsaymışlar. Üstelik bunu yalnız kendilerine değil, genelde Dersim halkına yönelik bir aşağılama gibi yansıtmışlar. Bunun üzerine de bana yakıştırmak istedikleri “ukala misyoner” imajını inşa etmişler. Bu yazılar belli zaman aralıklarıyla ve birbirinden bağımsız yayınlanıyor. Kendi yazılarını okuyan biri benim önceki yazdığımı okumamış olabilir. Okuyanlar da herşeyi hatırında tutamaz. Bu durumda söylenenleri farklı yansıtarak, hele de bir kimliğe yönelik toplu saldırı havasına büründürerek insanları tepkiye sevketmek kolaydır. Ama ahlaki değil.
Şu kinayi sözlerin hiçbiri ciddi bir mesnete dayanmıyor:
“Hayreni’nin akıl verici tarzı tüm yazısına hakim: hemşerilik ilişkilerimizden tutun, vakıf üyelerini göreve çağıran tutuma varana kadar değerlendirme yapma hakkını kendinde görüyor ve bize “cahil” deme cüretini de gösteriyor...”
“Bizi Türk sisteminden etkilenmiş olarak niteleyen Hayreni, dönüp yazdıklarını iyi bir okursa kimin Kemalist gelenek uzantısında kime zorla bir yakıştırma yaptığını görecektir. Sizlerin gözünde ne kadar cahil olsak da, başka bir topluma tarih yazacak kadar kaba ve hakaret sahibi asla olmadık...”
“Sayın Hayreni vakıf adına açıklama yapılmasından, Dersimin Dersim üzerinden tarif edilmesinden bir hayli şaşkın. Eski alışkanlıklardan olsa gerek, bir yabancı olarak bir taraftan nasihat veriyor, bir taraftan hakarat ediyor, bir taraftan da aklı sıra aba altından sopa gösteriyor...”
Evet, bunların hepsi de alıntısız ileri sürülen zorlama ithamlar. Ben öyle bir yazıyı vakıf adına yazmalarını sorunlu görmüş, üyelerinin hemfikir olmayabileceğini ve yanlışların kuruma mal edileceğini hatırlatarak sorumluluk duyurmaya çalışmıştım. Buradan üyeleri vakıf yönetimine karşı kışkırtma gibi anlamlar çıkartılması doğal değil. Hele de “aba altından sopa gösterme”yi çağrıştıracak ne bulmuşlar, bunu hiç aklım almıyor. Bu kadarı gerçekten çok aşırı ve düpedüz iftira kapsamına girer.
DERSİMLİLERE FARKLI KİMLİK YAKIŞTIRMAYA ÇALIŞTIĞIM DOĞRU MU?
Yazımın hiç bir yerinde iddia edildiği gibi Dersimli Alevi Kırmanc (Zaza) ve Kurmanç (Kürt) kimliğini tanımama, ona farklı bir kimlik yakıştırma çabası da olmamıştır. HDV bu yönlü iddiasını benim eski göçler yanında bazı kimlik değişimlerinin de yaşandığına dair belirtilerden bahsetmeme dayandırıyor. Özellikle 1600'lerin başında Celali isyanlarının ve onları bastırmaya yönelik Yeniçeri harekatlarının yaşandığı dönem, çatışma ortamından ve iki taraflı talan saldırılardan mağdur olan Ermenilerin Kemah-Erzincan taraflarından batıya göç ederken, Cimin yöresinde Türk-Müslüman kimliğine dönüştüklerinin anlatıldığını belirtmiş, ardından “Dersim içlerinde ise o dönem yoğun olan Ermenilerin bir tür korunma güdüsüyle önemli oranda Aleviliğe geçiş yaptıklarına ilişkin belli rivayetler var” demiştim. Rivayet, adı üstünde; belgeli olmayan, nesilden nesile, dilden dile aktarılarak gelen muğlak anlatım demektir. Rivayet edilen bir şey doğru da olabilir, yanlış da. Küçük bir olgudan hareketle büyütülmüş de olabilir, hayli yaygın bir gerçeklik de. Şimdiye kadar incelediğim kaynaklar Der Simon isimli dini liderin öncülüğünde belli bir Ermeni nüfusun Aleviliğe geçtiği söylencesi dışında pek somut bilgiler vermediği için kendim net bir kanaate sahip değilim ve ihtiyatlı bakıyorum. Dersim Ermenileri Etnografyası isimli kitabında bu konuyu işleyen Kevork Halacyan bazı seyitlerle olan sohbetleri ve gözlemlerine dayanarak onların kendi dedelerinden miras çok sayıda el yazması Ermenice eserleri titizlikle sakladıklarını belirttiği gibi, Dersim isminin de bu söylencedeki Der Simon'dan gelmiş olabileceği üzerinde duruyor. Tabii ki bunlar kanıtlanabilir olmadığı ölçüde güvenilirlikten uzak bilgi, kanaat ve yorumlar olarak kalır.
Yalnız HDV mantıki açıdan “Osmanlının baskısı sonucu Ermenilerin Aleviliğe dönmeleri onların yok olma tehdidine karşı bir koruma oluşturmaz ki. Yok olmaktan kurtulmak isteyen bir toplum neden kendisinden önce yok edilmek istenen bir toplumun kimliğini alsın ki?” diye itiraz ederken tablonun bütününü görmekten uzak konuşuyor. Öncelikli belirtmeliyim ki, Celali isyanlarının ve çatışmalarının yaşandığı dönem çok karışıktır. Farklı bakış açılarından rollerin ve yorumların da farklı olacağı dikkate alınarak çok yönlü kaynaklar üzerinden iyi incelenmesi gerekir. Celali isyanlarının hem sosyal, hem de dinsel ve siyasal muhtevaya sahip olduğu şüphe götürmez. Osmanlı'nın ağır vergileri ve dini temeldeki zulümleri karşısında Kızılbaş kitlelerin haklı tepkileriyle doğmuş bir direniş hareketi olduğu anlaşılıyor. Ancak yayılarak büyüyen gelişimi içinde pek çok liderlik ve grupların kendi karşıtları gibi yerleşik halka zarar veren çapulcu zalimlere dönüştüklerini gösteren tanıklıklar var. Dönemin tarihçi, kroniker ve gezginleri (Krikor Daranağtsi, Arakel Tavrijetsi, Simeon Lehatsi, vb.) çatışmalar boyunca devletin çok kıyıcı davrandığı gibi isyancıların da önlerine gelen kasaba ve köylerin yerleşik halklarına yönelik yağma-talan saldırıları yaptıklarını, yakıp yıktıklarını, bu saldırılardan en çok Ermeni ve diğer Hristiyan halkların mağdur olduklarını, o nedenle toplu kaçış ve göçlerin yaşandığını, tarlalar ekilemediği için muazzam bir kıtlık başladığını, olağanüstü zorluklar çekildiğini anlatıyorlar. Göçebilenlerin göç ettiği o hengamede bazılarının da din değiştirerek kendini güvenceye almak istedikleri dikkete alınırsa, bu dönüşümün kimi düzlük çevrelerde Yeniçeri zulmüne boyun eğme ve devlet otoritesine sığınma anlamında Müslüman-Türk kimliğine yönelirken, Dersim gibi devlet otoritesinin zayıf olduğu dağlık bir alanda ise Celali saldırılarından korunmak için daha güvenli ve aynı zamanda kültürel olarak daha kendine yakın görülen komşu halkın Alevi-Zaza kimliğine meyletmiş olması mümkündür.
Yani Der Simon söylencesi mantıksal yoldan bir çırpıda ihtimal dışına itilecek bir şey değil. Yine de gerçekliğin ne olduğunu bilemediğim ve kuşkuyla yaklaştığım için yazımda bu yönlü bir rivayetin varlığını belirtmekten öteye yorum yapmamış, ayrıca daha eski çağlardan beri iki halk arasında soy karışımları ve kültürel etkilenmelerin olduğunu söylerken de bunu tek taraflı düşünmediğimi ve amacımın bu konular etrafında spekülasyon yapmak olmadığını özellikle belirtmiştim. Bu kadar ihtiyatlı değinmeleri “bir kimliğe farklı kılıflar giydirmek” veya “bir halka tarih uydurmak” gibi ithamlarla karşılamak hiç normal değil.
HDV “Sizin halk kültürünüz ve dilinizde İrani izlerin yakın bir zaman öncesi bile ne kadar güçlü olduğunu tespit eden bir çok çalışma mevcut. Madem bizim tarihimize bu kadar meraklısınız, biraz da kendi tarihinizi bu açıdan yeniden okumanız iyi olacak” derken galiba benim Ermeni kimliği ve kültürünün şekillenmesinde İrani unsurların rolünü inkar edeceğimi sanmış. Tersine bunu ciddiye alıyorum. Zaten yazımda Ermeni kimliğinin oluşumuna değinirken “Zaman içinde hanedanlık evlerine katılan Partlar başta olmak üzere İrani soyların da Ermeni kimlik şekillenmesine önemli etkileri olmuştur” diye bir cümleyle olsun belirtmiştim. Soy karışımlarını ve etkileşimleri kabullenme yönünde sıkıntısı olan ben değilim. Ama HDV tarih içinde bazı İrani kavimlerden Ermeniliğe geçişlerin olmasını çok doğal görürken daha sonraları da Ermenilikten Alevi Zaza kimliğine dönüşümlerin olması ihtimaline ateş püskürüyor, bunun ihtimal dahilinde dile getirilmesini bile kendi kimliğine yönelik mütecaviz bir tavır gibi suçluyor. Aynı hassasiyetle bakılsa o zaman kendisinin Pavlikyanlar ve daha eski Pagan inancına sahip Ermeniler üzerine yaptığı yorumlar ve özellikle “bizim atalarımızın kültürel ve inançsal etkisi altındaydılar” deyişi de öyle görülür. Fakat ben öyle bakmıyor ve Nairi-Urartu süreçlerinden beri İrani kavimlerle karışmaktan gelen o etkileri doğal karşılıyorum. Öte yandan Hristiyanlık öncesi ve sonrası Ermeni kültürünü etkileyen tek faktör İrani akımlar değil, aynı zamanda Küçük Asya, Balkan, Kafkas ve Mezopotamya coğrafyasındaki çeşitli kavimler, uygarlıklar ve onların felsefi akımları olmuştur. Dünyada ne saf bir soy bulunabilir, ne de herşeyi tek damardan gelen saf bir kültür.
Nihayet bir de şunu vurgulamakta yarar görüyorum: Bir halkın bünyesine geçmişte farklı soylardan katılanlar ve etkileri ne kadar olursa olsun, sonuçta kimlik açısından önemli olan o halkın bugün kendini ne olarak hissettiği, nasıl tanımladığıdır. Bunu filan soydan geldikleri yönünde kuvvetli belirti ve kanaatlerin bulunduğu, fakat yaşam tarzı ve kültürel formasyon olarak ayırt edilemeyecek kadar kaynaşmış ve kendini farklı görmeyen kesimler için de geçerli olarak belirtiyorum. Nasıl ki Ermeni tarihinde Arşaguni hanedanlığını kuranların Part soylu veya Pakradunilerin Yahudi kökenli oluşu onların sonraki nesillerinin Ermeni kültürüne adapte olarak bu kimlikle bütünleştikleri ve artık kendilerini Ermeni olarak tanımladıkları gerçeğini değiştirmezse, Dersimli Zaza ve Kürtlere karışmış olması muhtemel Ermeni kökenliler ve torunları için de bu böyledir. Yalnız en yakın ve iyi bilinen örnekler, yani 1915 sonrası dönüşüm yaşamış ve kendi dedelerini Ermenice isimleriyle hatırlayanlar daha özel bir durum arzeder. Bunlar içinde kendi öz kimliğini geri kazanma arzusunun az yada çok canlı olması yadırganamaz. Muğlak olan daha eski dönüşümler açısından ise kimsenin endişe etmesine gerek yok. Kendi içinde öyle bir duygu taşımayan insanlar dışardan birilerinin telkin ve çabaları ile “vay biz aslında Ermeniymişiz” diye kimlik değiştirme yolunu tutacak değildirler. Ermenistan veya diasporadan milliyetçi çevrelerin bu hususları abartarak istismar etmeye çalışmaları mümkün olsa dahi, konuyla ilgili konuşan her Ermeniye böyle bir önyargıyla bakılması yanlıştır.
HDV devamla ülkenin başka yerlerindeki dönmelik olgularını hatırlatarak “Buralardaki soydaşlarınızı bulup çıkarma (...) yerine, sizlerle göreceli olarak en az sorun yaşamış Alevilerle uğraşmanın ötesinde hakaretler etmeniz neyin gereğidir acaba, anlamak kolay değil” diyor. Halbuki doğru anlama duyarlılığıyla okusa zorluk olmazdı. Bu kadar yanlışın neresini düzelteyim? Birincisi benim derdim şurdan burdan soydaşlar bulup çıkartmak değil. İkincisi Alevilerle uğraşmak gibi bir niyetim yok ve onlara hakaret ettiğimi söylemek ayıptır. Üçüncüsü, eğer Dersim'de kimlik dönüşümlerinin bir nebze bahsini ettiysem bunu Dersim'in geçmişindeki Ermeni varlığını son derece küçümseyen kendi yaklaşımları gerektirdi. Yazımda Cimin, Eğin ve Çemişgezek gibi çevrelerde Türk-Müslüman kimliğine dönüşenlere de değinmiştim. Daha uzak ve ülke genelindeki örneklerden söz etmeyişimin nedeni, tartışma konumuzun Dersim'le sınırlı olması ve ayrıca başka bölgeler üzerine özel bir araştırmamın olmamasıdır. Ama çok genel anlamda bir şey demek gerekirse, hem Osmanlı yönetiminin dönem dönem dayatmaları ve hem de 1915 soykırım uygulamaları sonucu bir çok bölgede din değiştiren ve kimliğini kaybeden Ermeniler olmuştur. Bunu da söyleyince ülke genelinde Müslümanlarla mı uğraşmış sayılacağız?
DERSİMLİLERİN ERMENİ KIRIMINDAKİ TAVRINA İLİŞKİN GÖRÜŞÜM TEPETAKLA EDİLMİŞ
Arkadaşlar kafalarına göre Dersim'e ilişkin bir “resmi Ermeni tezi” uydurmuş ve benim de o tezin sözcüsü olduğumu ileri sürmüşler. Güya yazımda “Dersimililerin organize bir şekilde Ermeni kırımına iştirak ettiklerini” savunmuşum!?.. Bu kadar ciddi bir şeyi öne sürenin ispatlayabilmesi gerekir. Bu anlama gelecek bir tek cümle bile gösteremezler. Yaptıkları tek alıntı yine görüşümün bütünlüğünden kopararak cımbızladıkları “iç Dersim'deki Kırmanc aşiretlerin sürgünleri önlemeye yönelik aktif bir çabası olmayıp” şeklindeki bir satırdan ibaret. Devamında “ancak çevrelerden kaçarak iç bölgelere sığınan Ermenileri aralarında saklama ve daha sonra Rus denetimine giren Erzincan'a geçişlerine aracılık etme gibi olumlu rolleri olmuştur” deyişimi ise yok saymışlar. Dersim'de ağır basan bu koruyucu rolü başka yazılarımda örnekleriyle hakkını vere vere genişçe işlemiş olduğum halde tam tersi bir görüşle itham edilmek ağırıma gidiyor. Yapılan alıntı cümlenin bütününden kopuk haliyle bile Dersimlileri suça ortak gösterme anlamına gelmez. “Dersim’in bu sürgünleri önleyebilecek bir gücü olduğunu düşünebilmek ve bunu yapmadıklarını söylemek ya Dersim’i bilmemektir ya da bilerek Dersim’i zan altında bırakmaktır” diyen HDV'ye 1916'da Dersimlilerin Ovacık'tan Harput'a kadar uzanan silahlı başkaldırısını hatırlatmak isterim. Ermenilere yapılanları gördükten sonra gündeme gelen bu gecikmiş hamlenin daha erken ve onların direniş güçleriyle birlikte hayata geçirilememiş olması iki taraflı eksiklerle değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Bu konuya ilişkin görüşlerimi de başka yazılarda açmış olduğum için farklı temalar üzerine tartıştığımız o yazıda ayrıntıya girmedim. Şimdi gördüğüm haksız itham karşısında eski yazdıklarımdan bir kaç pasaj aktaracağım:
“Dersim içlerinde Hozat, Kızılkilise, Mazgirt gibi merkezlerden de sürgüne çıkarılanlar olduğu biliniyor. Devletin elinin uzanabildiği ölçüde kısmi bir tasfiye yaşanmış. Ovacık-Mameki arası stratejik bölgeye pek dokunulamamış. Anlatımlardan çıkan sonuç, Dersimli aşiretlerin ilk başta ne kadar yok edici bir yönelim olduğunu da kestiremediklerinden Ermeni dostlarına aktif sahip çıkmada çekimser kaldıklarıdır. Yer yer silahlı güçleriyle sürgüne engel olmaları mümkün iken buna yeltenmez, ama devlete yardımcı olmaktan da geri dururlar. Bu durum Dersimli Kızılbaşların Osmanlı-Rus savaşındaki tarafsızlığıyla paralellik arzeder. Dersim aşiretleri kendi yarı-bağımsız bölgelerini savunma dışında bir şeye yanaşmaz ve orduya asker vermezler...
Tehcir mağduru Ermenilere bireysel planda sahip çıkma örnekleri ülkenin dört bir yanından gösterilebilir. Ender bazı yerlerde aşiret veya sülale halinde, bir ağanın yada beyin ağırlığını koymasıyla koruyucu davrananlar da olmuştur. Ama bölge olarak kapsamlı korumanın yegane örneğini verebilen Dersim’dir. İç Dersim’in yarı-bağımsız konumu bunun için elverişli bir zemin oluştururken, Kızılbaş-Zaza-Kürt aşiretlerin eskiden beri Ermenilerle iyi olan ilişkileri ve mazlumu kayırmaya yatkın hümanist özellikleri çekim merkezi olmasını sağlar. Bu sayede sürgünden kaçan yakın çevrelerin Ermenileri Dersim içlerine sığınma imkanı bulur, bir yıl kadar güvendikleri aşiretler arasında korunur, sonra çokları halkın yardımıyla Rus denetimindeki Erzincan’a geçer ve Rusların savaştan çekilmesini takiben Ermeni gönüllü birlikleri eşliğinde Kafkas bölgesine ulaşırlar. Bu şekilde kırımdan kurtulan Ermenilerin sayısı hakkında değişik kaynakların verdiği rakamlar 10 bin ile 30 bin arasında değişiyor.
Dersimliler 1915'te Ermenilerin başına getirileni görünce, ileride kendilerini de bekleyen tehlikeleri hissederek savaş ortamında konumlarını güçlendirmeye yönelir ve 1916 baharında Ovacık'tan Hozat'a Mazgirt'e, Elazığ'a kadar askeri baskınlar verirler. Bu harekete sığınmacı Ermeniler ve yerli Mirakyanlardan da katılanlar olur. Ordunun karşı taarruzu üzerine dağlara çekilerek direnirler. Bu dönem Erzincan tarafındaki Ermeni grupların komutanı Govduntsi Murad Dersimli Kürtlerle birlik arayışına girer. Ancak görüş ayrılıkları ve anlayış eksikliği nedeniyle anlaşamazlar. Çok önceden sıkı bağlar geliştirilmiş olsa bu dönem her iki halkın kaderi birlikte daha iyi çizilebilir, Ermeni jenosidi geniş bir çevrede önlenebilir, savaş sonu bölgede bağımsız federatif bir yapı ortaya çıkabilirdi. Ermeni devrimci hareketinin önderleri Dersim’le işbirliği geliştirmenin müstesna önemini kavrayamadıkları gibi Dersim’ in izole durumu da bu yönlü bir gelişme şansını zorlaştırmıştır”. (ERMENİ SOYKIRIMI VE DERSİM'İN BAĞRINA SIĞINMA : 1915'den 1938'e Kader Ortaklığı).
İsteyen bu konuşma metninin Jarudiyar'da yayınlanmış bütününü şu adreste okuyabilir: http://www.jarudiyar.com/dersim/dersim-ermeni/72-ermen-soykirimi-ve-dersmn-barina-siinma-1915den-1938e-kader-ortakl.html
HDV “Dersim’de Ermeniler aleyhine münferit olaylar olmuştur. Bunu kimse inkar etmiyor ve edemez. Ama bu münferit olayları organize bir şekilde yapılmış gibi göstermek bizim kabul edecegimiz bir durum değildir” diyerek yine sanki ben aksini söylemişim gibi davranmaya devam etmiş. Kuzeyde ve doğuda bazılarının devlete milis olarak yedeklendiğini belirtmiştim. Bundan Dersimlilere yönelik genel bir suçlama anlamı çıkıyor mu? Organize tabirini de ben kullanmış değilim, ama milislik yapan bazı aşiretler için söylenebilecek olsa bile bunu da Dersim geneline mal etmeyi doğru bulmam. Sonuçta HDV beni suçlayıcı gösterirken kendisi mesnetsiz suçlayıcılık yapmıştır.
1915'İN 1938'E İZDÜŞÜMÜ NEDİR, NE DEĞİL?
Devamında benimle “aynı yönde” iddialar getirdiklerini belirterek ve “tesadüf mü” diye bir ünlem koyarak çeşitli haber ve makalelere atıfta bulunan yazar, Dersim 38'e ilişkin yeni bir “Ermeni tezi” geliştirildiğini öne sürüyor: “Yeni Ermeni tezine göre 1938 Dersimlilere yapılan bir soykırım değildir; 1915 Ermeni kırımından kurtulupta Aleviliğe dönen Ermenileri yok etmek için veya Dersimlilerin 1915 harekatında Ermenileri saklamalarından dolayı yapılmış bir harekattır” diyor.
Sözü edilen haber ve makaleleri araştırdım. Bir tanesi dışındakileri bulup gözden geçirdim. HDV'nin üç cümlede özetlediği türden bir tez göremedim. Tahmin ettiğim gibi yazılanlardan farklı anlam çıkartma yoluyla yapılmış kötü bir yansıtma sözkonusu. Aşağıda onlara da değinmek üzere önce ortak gösterildiğim konuda kendi bakışımı özetleyeceğim.
Devletin 1938'de yaptığının Dersimlilere yönelik soykırım olduğu konusunda hiç bir şüphem yok. Yukarda referans verdiğim konuşma metnine bakılırsa görülür. Yine aynı yerde devletin Dersim'i öyle topyekün mahfetmeye yönelmesinin nedenlerine de değinmiştim. Evet Dersim sorunu Osmanlı'dan beri vardı. Temelini de devletin İslami karakteri ile uyuşmayan kendine has Kızılbaş kültürü ve özerk yaşama arzusu belirliyordu. Cumhuriyetin “laiklik” özenmesi Dersim'e düşmanca bakışın özünde bir şey değiştirmemişti. Kemalist yönetim bir türlü hizaya getiremediği ve “çıban başı” olarak nitelediği Dersim'i toptan imha yoluyla bitirmek için fırsat kolluyordu. Ermeni faktörü olmasa da kendi etnik-kültürel yapısı ve biat etmeyen muhalif karakteriyle Dersimliler hedefti. Kim bunu gözardı ederek 1915'te Ermenilerin korunmuş olması ve daha sonra da bir kısmının burada yaşamaya devam etmesini 38 felaketinin yegane sebebi gibi gösterirse gerçeği çarpıtmış olur. Ben bunun tek olamayacağı gibi esas faktör olduğunu da düşünmüyorum. Ama esas olan Dersim sorunu yanında bu faktörün de Dersim'e biçilen faturayı ağırlaştırıcı bir rol oynadığı görüşündeyim. Kazım Karabekir'in hatıralarında yazdıkları ve benzeri başka notlar 1915'teki koruyuculuk rolünden dolayı devletin Dersim'e daha özel bir hınç beslediğinin kanıtlarıdır. Yusuf Halacoğlu'nun ifşa ettiği üzere bölgenin Alevi Kürtlerine karışmış Ermenilerin 1935-37 yıllarında ev ev tespit edilmeleri olgusu ise Dersim harekatına hazırlanan devletin 1915 ve sonrası teslim alınamamış Ermenileri de bu arada mümkün olduğunca temizleme isteğinin açık belirtisidir. Bu anlamda 1915'le 1938 arasında belli bir bağ ve devamlılık da vardır. Bunları söylemek Dersimli Alevi Zaza ve Kürtlerin kendi kimlikleriyle hedeflenmelerini küçümseme anlamına gelmez ve aleyhine de yorumlanamaz. Tersine faturayı ağırlaştırıcı olarak bu faktörün dile gelmesi Dersim adına olsa olsa onur verici olabilir.
HDV'nin sözünü ettiği başka Ermenilerin yaklaşımı da iddia ettiği gibi Dersim soykırımını bütünüyle yada esas itibariyle Ermeni eksenli gösterme durumunda değil. Belirttiği kaynaklardan Yeni Aktüel dergisinde iki bölüm halinde yayınlanan Dersim Ermenileri haberine bakalım. Doğrudan fikir veren bir ifade şu: “Mirhan Prgiç, 38 katliamının “Ermenileri sakladınız” gerekçesiyle daha sert olduğunu iddia ediyor”. Görüldüğü gibi o da bu faktörün esas olduğunu ileri sürmüş değil. Konuyla ilgili aynı yerde geçen başka önemli bölümleri de aktarırsam, bu ağırlaştırıcı faktör noktasında Dersimli pek çok aydının aynı düşündüğü de görülür. 1915'te Dersim'in Ermeni kaçakları korumasına dair anlatımlardan sonra haber şöyle devam etmekte:
“Elbette bu durum devletin gözünden kaçmıyor. “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur” kitabında yer alan 2 Haziran 1915 tarihli telgrafta Teşkilat-ı Mahsusa sorumlusu Kaymakam Cevdet, Dersimlilerin, Ermeniler ile dostane ilişkiler içinde olduğunu ve “binlerce Ermeniyi saklayıp ve besle”diklerini belirtiyor ve gerekli önlemlerin alınması için Mamüretülaziz valisinin fikrini soruyor. Bu noktada görüştüğümüz bir çok Dersimli tarafından dile getirilen, 1937-38 katliamının , Dersimliler Ermenileri sakladığı için daha şiddetli olduğu iddiaları önem kazanıyor. Akçam, “kuvvetli bir ihtimaldir” diyor, çünkü “Türk devleti gerekçelendirme boyutunda Dersimlilere ‘siz Ermenileri korudunuz’ şeklinde ideolojik yakıştırmalar yapıyor.” Akçam’ın başında bulunduğu Dersim 38 Sözlü Tarih Projesi’nin Türkiye Koordinatörü, 1991’den beri Dersim’de sözlü tarih çalışmaları yapan Cemal Taş, 38 döneminde Dersim’de görev yapan Yozgatlı bir askerle görüşmesine dikkat çekiyor: “Beni köylülere tanıtırken, ‘Bak bu Ermenileri saklayan Dersimlilerden’ dedi.”
Dersimli Avukat Hüseyin Aygün de harekâtın sorumlularından, Dersim komutanı ve sonra valisi Abdullah Alpdoğan’ın, harekattan sonra Kiğı’da yaptığı bir konuşmadaki şu sözlerini önemsiyor: “Daha önce Tunceli’ye yerleşen gizli Hıristiyan Ermeniler vardı, bunlar adlarını değiştirmiş ve sanki Türkmüş gibi yaşamışlardı, Dersim İsyanı’nda bunların parmağı vardı, bunlar her türlü anarşinin, kargaşanın, pisliğin içindeydi.” Hatırlanırsa Ağustos 2007’de Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halacoğlu da “Kürt Alevileri aslında Ermenilerdir” diyerek büyük tepki çekmişti. Elbette bu iddia resmi olarak dile getirilmedi. “Iskalanmış Barış”ta hayatta kalan çok sayıda Ermeni’nin, Kürt-Ermeni birlikteliği ve soykırım bilincini canlı tuttuğunu vurgulayan, görüşlerine başvurduğumuz bir diğer tarihçi Hans-Lukas Kieser de bu durumu belirtiyor: “Dersim’e 1937-38’de uygulanan aşırı şiddetin bi!
r sebebi de bölgede Ermenilerin varlığıydı, bundan kuşkum yok. Dersim Alevileri 1915’teki katliamı görmüşlerdi ve devlete güvenmiyorlardı. Ermenilerle aynı kaderi paylaşmaktan korkuyorlardı. Devletin bölgedeki temsilcileri de ‘düşman Ermeni’ paranoyasını canlı tuttular. Bu öyle bir noktaya geldi ki, 1937’den önce dahi, jandarma genç erkeklerin sünnetli olup olmadığını kontrol ediyordu” (Yeni Aktüel, Dersim Ermenileri-2)
Evet, bunlarda anlaşılmaz ve kabul edilemez olan ne var? Devletin bugün PKK hareketine karşı bile çok zorlama biçimlerde “Ermeni kışkırtması”, “Ermeni dölleri”, “sünnetsizler” vb. atıflarda bulunduğu dikkate alınırsa, Dersim gibi Ermenilerin korunmuş ve halen bir miktar yaşıyor olduğu bölgede bu argümanları hem askere gaz vermek, hem vahşeti “meşru”laştırmak, hem de eksik kalmış bir hesabı tamamlamak için özellikle kullanmış olması gayet anlaşılır bir şeydir. Bunların söylenmesi de Dersim sorununun esasta Kızılbaş eksenli olduğunu ve hedef kitleyi ağırlıkla bu inançtan Zaza ve Kürtlerin teşkil ettiğini inkar anlamına gelmez.
HDV'nin “yeni Ermeni tezi”ne kanıt gösterdiği Ruben Melkonyan'ın makalesinde de öyle bir tez savunulmuyor. Ermenice aslından ilgili cümleleri bire bir çevireceğim ki bu nokta açık olsun:
“Bugün Türkiye sahasında bulunan Dersim, farklı devirlerde Ermeniler için olduğu kadar, o alanda yerleşmiş Zazalar ve Kürtler için de özgün bir yer işgal etmiştir. Coğrafi konumu sayesinde çok defa isyancıların ve zulüm görenlerin sığınak yeri olmuştur Dersim... Dağlık yapısı orada yaşayan nüfusun ruhsal şekillenmesine de etki yapmış ve asilik, yiğitlik, atılganlık yaygın özellikler olmuştur. Biliniyor ki, o çevrelerde Osmanlı imparatorluğu hakimiyetinin sağlanmasından sonra da Dersim yarı-bağımsız konumunu sürdürdü. Bu durum farklı süreçlerde Osmanlı yöneticilerini rahatsız ediyordu (...)
Dersim'e yönelik Osmanlı imparatorluğunun ayrımcı ve düşmanca tutumu cumhuriyet Türkiyesi'nde devam ettiği gibi daha büyük boyutlar kazandı. Dersim'in yarı-bağımsız varlığı Kemalist yöneticiler için endişe verici sorunlardan biri haline geldi. 1930'larda Kemalist yöneticiler Dersim sorununun radikal çözümünü ele almaya giriştiler. Çözüm metodları Jön-Türklerinkiyle aynıydı. 1937-1938 yılları Dersim'de devlet tarafından soykırım organize edildi. Aynen Ermeni soykırımı sırasında uygulanmış olan yöntemler hayata geçirildi. Değişik kaynaklara göre Dersim soykırımı yıllarında 70-90 bin kişi katledilmiş, bunun dışında kalan nüfus da Türkiye'nin farklı bölgelerine sürülmüşlerdir. 1937-1938 Dersim Soykırımı ciddi incelemeler gerektiriyor, ancak biz burada onun bir yönüne değinmek istiyoruz. Net olarak diyebiliriz ki, Dersim soykırımı sırasında Türk yöneticilerin esaslı ve önemli hedeflerinden biri!
1915'te oraya sığınan Ermeniler olmuştur. Ortaya çıkan çok sayıda kanıtlar, hayatta kalan tanıkların şahitlikleri onu gösteriyor ki, 1915'te kurtulmuş ve oraya sığınmış Ermenilerin bir kısmının da kurban edildiği 1937-1938, Dersimli Ermeniler için Ermeni soykırımının devamıdır” (Ruben Melkonyan, Yerevan Devlet Üniversitesi Doğu Bilimleri Fakültesi dekan yardımcısı, 27.09.2010)
Görüldüğü gibi burada da HDV'nin yansıttığı türden bir tez yok. Bir tek son satırlardaki sözler Ermeni faktörüne çok önem verilmiş gibi algılanabilir, ama bütünlük içinde Dersimli Kızılbaş Zaza-Kürt halkına yapılan soykırımını inkar anlamı çıkartılamaz. Kabul etmek gerekir ki, Ermenistan'daki aydınlar Türkiye'nin cumhuriyet tarihine çok aşina değildirler. Sovyetler Birliği Kemalistlerin birçok suçuna seyirci kalmış, hatta destek beyan etmiştir. O süreçlerden gelen bilgisizlik ve duyarsızlıklar sözkonusudur. Dersim soykırımı uluslararası konferanslar ve basında çıkan tartışmalarla duyulur oldukça Ermenistan'da da ilgi uyandırmış ve yeni yeni akademik yazılar çıkmaya başlamıştır. Yukardaki makalenin yazarı da ciddi inceleme gereğinden sözederken bu eksikliği kastediyor olmalı. Konu içindeki Ermeni boyutuna yaptığı vurgu abartılı gelse bile onu herşey yerine koymadığı açıktır. “Ermeni so!
ykırımının devamı” tabirini de dikkat edilirse Dersimli Ermeniler için kullanmış. 70-90 bin kurban içinde Ermenilerin azınlık olacağını yadsıyan bir söylemi de yok. Olayın adını da Dersim soykırımı olarak koyuyor. Daha önceleri Dersimlilerin “Biz her 24 Nisan'da Ermenilerin yasını paylaşıyor, soykırımını lanetliyoruz, onlar neden bizim acımıza duyarsız kalıyorlar?” şeklinde haklı şikayetleri vardı. Bugün de söylenebilir. Ama şimdi yavaş yavaş duyarlı yaklaşımlar görülünce bu defa da “asıl gaye bizimkini görmek değil, yine kendilerine yapılanı sözkonusu etmek” gibi tepkilerin mi gösterilmesi gerekir? HDV'nin yaptığı o bile değil, çok daha kötüsü. İşte yukardaki gibi yaklaşımları kastederek şu akıl almaz tepkiyi gösteriyor:
“Bu yaklaşım Dersime, atalarımıza ve 1938’de öldürülen binlerce insanımıza yapılan bir hakarettir. Sanki Dersim sorunu 1915’ten sonra başlamış; sanki ölen binlerce insanımızın kim olduklarını bilmeyecek kadar aptal bir toplumuz, sanki bizim bir kimliğimiz ve savunacak hiçbir seyimiz yokmuş gibi. Pes doğrusu. Bir halkın tarihine, ölülerine ve varlığına ancak bu kadar hakaret edilebilir”.
İki acılı kardeş halkın birbirini anlama yeteneği bu kadar zayıf ve serzenişleri bu kadar abartılı olmamalı diye düşünüyorum. Şimdi bu tepkiye karşılık da Dersimli Ermeniler arasından 1937-38'de yakınlarını yitirmiş birileri “peki sen bizim o kırımın kurbanları içindeki varlığımızı neden gözardı ediyor ve ona değinilmesinden niye nem kapıyorsun?” diyerek karşı tepki gösterse cevabı ne olacak? Bu konuda doğru ve yanlışların iyi ayırt edilebilmesi için HDV'nin atıfta bulunduğu görüşleri genişçe aktarıp irdelemeye önem verdim. Sonuç olarak, doğru dürüst kanıt göstermeden gerçekle ilgisiz bir “Ermeni tezi” yaratılması yanlış olduğu gibi, okuyucuyu infiale getirecek türden suni serzenişler yöneltilmesi de yersizdir. Hakikaten rencide edici bir şey söyleniyorsa dosdoğru alıp eleştirelim, ama olmadık şeylerden hakaret algıları üretip aşırı tepkilerle karşımızdakine haksızlık etmeyelim.
Bu tartışmalar benim için yorucu oldu. Okuyucunun da izlemekte zorlanacağını düşünüyor ve kendi payıma daha sürdürmemek üzere herkesin affına sığınıyorum. Muhataplarımın da bu defa olsun doğru anlamaya çalışacaklarını ve daha makul yaklaşacaklarını umuyorum.
Saygılarımla
Hovsep Hayreni
24.12.2010

Pervin METİN /
Dersimli Ermeniler Derneklerini Kurdular
Dersimli Ermeniler Derneği, Türkiye genelindeki 600 aileye ulaşıp vaftiz olmalarını sağlamayı amaçlıyor
Tunceli'de doğup büyüyen Ermeniler, Dersimli Ermeniler Derneği'ni kurdu. Hazırlıklarına sekiz ay önce başlanan derneğin resmi kuruluşunu bir hafta önce yapan Dersimli Ermeniler, ilk kez örgütlü bir yapıyla kimliklerine sahip çıkacak. Derneğin hedefi Türkiye genelinde bulunan 600 aileye ulaşarak, vaftiz olmalarını sağlayıp dil, din, ibadet ve kültürlerini yaşatabilmek. Derneğin faaaliyet listesinin ilk sıralarında ise Ermeni olmasına rağmen dilini bilmeyenlere Ermenice kurs vermek var. Bölgede bulunan Ermeniler'e ait mezar, kilise, demir ve altın ocağı gibi tarihi yapıları belirleyip, çeşitli fonlar aracılığıyla onarmak da hedefleniyor.

ADINI VE DİNİNİ DEĞİŞTİRDİ
Dernek fikri, Tunceli doğumlu Selahattin Gültekin'in 8 ay önce mahkeme kararıyla Türkçe adını ve dinini değiştirmesiyle ortaya çıktı. Nüfus cüzdanının isim kısmında Miran Pirgiç, din hanesinde ise Hıristiyan yazan Gültekin, akrabalarının "Bizi deşifre ediyorsun" tepkisine aldırmadan dernek kurdu. "Dersimli Ermeniler'in artık Kürt ve Türk ismi taşımasını istemiyorum. Kendimizi gizlemeden yaşamalıyız" diyen Gültekin'in aylar süren çalışmaları bir hafta önce olumlu sonuç verdi. Kendisi gibi Tunceli'de doğup büyüyen yedi arkadaşıyla "Dersimli Ermeniler İnanç ve Yardımlaşma Derneği"ni kurdu.

VAFTİZ OLDU
Daha önce gazetecilik yapan 50 yaşındaki Gültekin'in ikinci somut adımı ise, oğlu, dayısı ve yeğeniyle birlikte vaftiz edilmek oldu. Dernek kuruluşunun resmi belgesini eline aldığında çok heyecanlandığını, iki saat boyunca kararı okuyamadığını anlatan Gültekin, "50 yıl başkalarının inancıyla yaşadıktan sonra kendime sahip çıkmanın huzurunu yaşıyorum. Her nehir kendi yatağında akmalı. Dersimli Ermeniler, bölgenin ideolojik yapısı nedeniyle kaygı taşıyor" diye konuştu.

2 Eylül 2007 Pazar

Alevi - Kürt - Ermeni Olmak


Tarih: Cum Ağu 31, 2007 4:36 am Mesaj konusu: Dert Büyük, Kökü Derinde


Hüseyin DEDESOY


Fazla Tarih bilmeye gerek yok. Şöyle biraz osmanlı gecmişi hakkında bilgi sahibi olan herkes şunu kabul eder. Bu memlekettin asıl büyük derdi hatta en büyük derdi Aleviler olmuştur.
Onlar Kızılbaş derler. Kabulumuzdur, bizde Kızılbaş olduğumuzu inadına söyleriz. Ama büyüklerimize sorsak onlar Kızılbaşlığın diyerleri tarafında bizim için hakaret olarak kullandıklarını söylerler.
Napalım hakaretleri kimliğimizi oluşturmuş. Tıpkı "gavurun dölü" gibi, veya "Ermeni tohumu"gibi, yada "Kuro Kürt" gibi.... Ama asıl büyük dert illede Alevi Kızılbaş Olmaktır. Osmanlıya ilk baş kaldıranlar onlar olmuştur. Boyun eymiyenler, diklenenler, yola gelmiyenler. İsyanların başını cekenler hep onlardan cıkmıştır; Baba İhsaklar, Şeyh Bedretinler, Pir Sultanlar.
Osmanlı herkesle baş edebilmiştir ama bu Kızılmaşları bir türlü yola getirememiştir. Yavuzsultan Selim saltanatının en büyük kıyımını onların üstünde gerçekleştirdiği halde, kelleleri üst üste koyduğunda dağ yığını oluştura bilecek kadar kestiği halde sonunu getirememiştir. Onlar icin özel ordular beslemiştir, alaylar oluşturmuştur ama nafile, sonunu yine getirememiştir. Bu Cumhuriyete kadar böyle devam ede gelmiştir. Ne Kılıcla, ne silahla nede kurdukları tekkeleriyle bir türlü islah edememiştir. Üstelik başkaldırı ve dik başlı oluşlarıylada kalmamışlar aynı zamanda kendilerine kafa tutanların sığınıp korundukları yurt haline ve merkezi durumunada gelmişlerdir.
Dersim bölgesi osmanlıdan bu yana merkezi iktidarın denetim kuramadığı tek bölge olmuştur. Yanısıra Binboğa Etekleri, Nurhak civarı, Kocgiri yaylaları Kurmanc ve Zazaların yani onların deyimiyle "Kizilbaş Kürtlerin" hep eğemenliklerini korudukları ve Osmanlıda kacanların sığındıkları bölgeler olmuştur. Osmanlı saltanatı sona erip yerini yeni oluşturulacak Ulus-Devlet yapısı ve bunun fikri arz etmeye başladıktan itibaren birden akkılarına o topraklarda yaşıyan ve müslüman olmayan millet niteliği ve özellikleri taşıyan Ermenilerin varlığı gelir. Ulus devleti oluşturmada Ermenilerin daha büyük bir engel oluşturabileceklerini düşündüklerindendirki son yüz yılın ilk hışımını ve saldırısını onlar üstünde yoğunlaştırmışlardır.
Olan olmuştur, bir kac hamleden sonra en büyüğünü 1915'te kökünü kazırcasına insanlığın tarih boyunca unutamıyacağı bir vahşetle süpüre bildikleri kadarını ve bir daha geri dönmemek üzere milyonlarca insani ölüme terk etmişlerdir. Yerinden yurdundan koparıp atmışlardır...
Ama...yine....aması var işte. Bitirememişler meğer. Kökünü kazıyamamışlar. Bir yerlerde, birileri hala yaşıyabilmiş, kala bilmiş ve barına bilmiş meğer. Nasil oldu peki. Hani sonunu getireceklerdi, hani bitireceklerdi bunlari. Kim bunlari korudu ve sakladi. Kimler barindirdi bunlari? Evet yine geldi ve ayni kapiya dayandi. Yine o "iflah olmaz Kizilbaşlar" sayesinde kurtulan kurtulmuş meğer.
Bir tek onlar el uzatmiş bu Gavurlara. Onlar kapilarini acmiş, sofralarini paylaşmiş bu insanlarla. Kimini evletlik edinmiş, kimini eş, kimini koca ama korumuşlardı, koruya bildikleri kadarini. Canavarin ağzinda koparmişlardi kopara bildikleri kadarini. Sorulmazmi bunun hesabı. Ödettirilmezmi bunun bedeli.
Soruldu işte, aynı akibete ve aynı kaderi yine Kızılbaş dedikleri Alevi Kurmanclara yani Kürt ve Zazalara ödettiler. Kocgiri katliyami ve Sürgünleri, 1938 Dersim Katliyami ve vahşeti 1915'i aratmiyordu. Halacoğlu bugün itiraf ediyor, işte diyorki "...1936-37 de yapilan bir özel araştırma sonucu ne kadar Ermeni kökenlinin nerde ve hangi adreste olduğu dahi tespit edilmişti." Demek 1938 Dersim Katliyami da yarim kalan 1915 i tamalamak icinmim.
Meğer hala varmış ve bitmemiş. Diyorki "..bugün var olan terör örgüt elemanların coğunu onlar oluşturuyor". Kimlermiş TIKKO cular ve PKK lılarmış. Biliyorsunuz TIKKO örgütünün coğunluğununu esas olarak Dersim kökenliler oluşturur, meğer onlarda Ermenilermiş. Demek Bu yüzdendir Dersimde bir türlü asker işkal bitmiyor. 80 000'lik nufusun olduğu bir kentte 40 000 kişilik askeri gücü bulunduruyorlar.
Ne denilirki artık bu saaten sonra. Ölümden insan korumanın ve can kurtarmanın hala suc sayıldığı bir mantığın yapamıyacağı bir şey yoktur. Korkulur Sizlerden, gercekten Korkulur. Bunun için Yanlızca Alevi Kürt olmak gerekmiyor, insanim diyen her kes sizden korkmalıdır.

Hüseyin DEDESOY


DERSÎMTSÎ HAYER:
DERSİM ERMENİLERİ
Dersim Ermenileri, yerli halk ile seyyahların çoğunu şaşırtacak kadar dostluk ilişkileri içindeydiler. Bununla birlikte çok sayıda seyyah, Dersimlilerin Hıristiyan dinine ve Dersim bölgesinde bulunan kiliselerine karşı özel hürmet gösterdiklerini belirtmişlerdir.
Zazalar, bu kiliselerin mübarek yerler oldukları kanısındaydılar, hatta onları ziyaret etmekteydiler. Kızılbaş Dersimli Zazalar ve Kurmanclar, yalnızca Ermeniler'e karşı değil, bütün Hıristiyanlara da iyi davranmışlardır. Bu davranış karşılıklıydı. Türk otoritelerinin Dersim Ermenilerini Kürtler'e karşı husumeti kışkırtma çabaları ve onların mukavemetini azaltma çalışmaları Dersim'de yaşayan Ermeniler tarafından birçok defa boşa çıkarılmıştır.
Gerek Kürtler'e rüşvetler vererek ve gerekse bu iki kavim arasında dini düşmanlık yaratma çabaları başarıya ulaşamamıştır' Dr.Celilê Celil 24 Nisan 1915. Dünya bu tarihi 20.Yüzyılın ilk soykırımı olarak kabul etti. Talat Paşa'nın 'Tüm Ermeni kadın, çocuk, erkeği hiçbir şeye bakmadan öldürün!' sözleri ile resmen başlayan jenosit, 1915 -1918 tarihleri arasında yoğun olarak gerçekleşse de azalarak sürmesi 1923 sonlarına kadar gider. Resmi kayıtlara göre İzmir'de binlerce Ermeni'nin katledilmesiyle sona ermiş gibi görünen soykırım, cumhuriyetin ilanından sonra da çeşitli politikalarla devam eder.
Ermeni Soykırımının başlangıç tarihi 1915 olarak kabul edilse de, Osmanlı dönemindeki kıyımlara, 1893'ten itibaren yerel ya da resmi kayıtlarda da rastlamak mümkündür. İncelenen kayıtlara göre; 1893 yılında Yozgat ve Marsovan'da fitneci afişler asılır Müslüman ve Hristiyan halk arasındaki huzur bozularak çatışmalara yol açılmak istenir. Muş ve Sason'da Müslüman-Hristiyan halk arasında hedeflenen boyutta çıkan çatışmalarda binlerce ölüm gerçekleşir, Ermeniler, Süryaniler ve Keldaniler ağır kayıplar verir. Uzun aylar kuşatıldıktan sonra 1894 yılında Sason hükümetin eline geçer. 1894 yılında Abdulhamit'in politikaları sonucunda binlerce Ermeni katledilir. Bu eylemler Osmanlı'da yaşayan Ermenileri felce uğratır. 1896 yılında İstanbul'da korkunç bir kıyım daha gerçekleşir. Hükümetin kışkırtmaları sonucu birçok Ermeni, asılsız sebeplerle, fark gözetmeksizin sokaklarda infaz edilir. 1909 yılında Adana'da 30.000 Ermeni katledilir.1915 yılı öncesinde gerçekleşen bu katliam sonrasında Ermeniler Adana'ya 'Vorp Adana'-Öksüz Adana demeye başlarlar.
İttihat Terakki işe başlıyor: 'Tehcir=Soykırım!' ...Gertank, mer yedin aryûn u anartarutyun... Arçevnis andzanot canabarh mı... Anunı aksor… Gidiyoruz, ardımızda kan ve zulüm. Önümüzde bilinmeyen bir yol… Adı sürgün... 24 Nisan 1915 öncesinde İttihat Terakki'nin politikaları sonucu birçok bölgedeki Ermeni silahsızlandırılır, bir nesilde üç sürgünü yaşayan Ermeniler bu kez tehcir adı altında sonu olmayan bir karanlığa sürüklenir. Kimi tarihçilere göre 24 Nisanda, kimi tarihçilere göre mayıs ayında başlayan bu 'sözde' tehcir, Ermenileri toplu halde yerleşik bulundukları bölgelerden toplayarak sınır dışı edilmelerini hedefliyordu. Ama bu politika Ermenileri bir yerden alıp bir yere götürme şeklinde gerçekleşmedi. Önceden planlanarak silahsızlandırılmış-savunmasız hale getirilmiş Ermeniler, gaspın, tecavüzün, vahşetin kol gezdiği, insanlık tarihinin en utanç verici sahnelerinin yaşandığı kanlı bir soykırıma maruz kaldılar.
Milyonu aşkın Ermeni; çocuk, kadın, yaşlı demeden askerlerin kör süngüleriyle ve silahlardan çıkan kurşunlarla hayatını kaybetti. Sürgüne kadar yolu uzayanlar ise çöllere sürülmelerinin ardından açlık-susuzluk ve salgın hastalıklar yüzünden yaşamını yitirdi. Göç yolunun çöl üzerinde olması elbette bir rastlantı değildi! 1915 yılı başında Osmanlı-Rus savaşından bozgunla geri çekilen Osmanlı ordusunun başındaki Enver Paşa, Dersim'li aşiretlerle görüşmek ister, amacı o güne kadar hükümetin yanında hiçbir zaman bulunmamış Dersim aşiretlerini Rus'lara karşı kışkırtmak ve savaştırmaktır. Düzenlenen görüşmeye sadece iki Batı Dersim aşireti katılır. Bunlar; Meço ve Kangoglu Memed Aşiretleridir. Ancak Enver Paşa tarafından ikna edilmezler ve görüşme olumsuzlukla sonuçlanır.
Enver Paşa'nın hırsı bitmemiştir, bu kez Alevilik plana sokulur. Hacı Bektaş Dergahı'nın başındaki Dede-Baba (postnişin) Cemalettin Çelebi devreye sokulur. Aşiretler Erzincan'da görüşmeye çağrılır. Bu görüşmeye sadece Doğu Dersim'den bir aşiret katılır. Ancak Bektaşi Potnişini bu aşireti savaşa sokmaya ikna edemez. Bektaşilik ve Alevilik arasındaki anlaşmazlıklar-uyumsuzluklar bu tarihte bir kez daha belirginleşmiş, devletin her zaman yanında duran Bektaşiler, Kızılbaşları da hükümet yanında olmaya davet etmiş ama ne Hz.Ali sevgisi, ne de Ehlibeyte olan bağlılık demagojileri ile ikna etmeyi başaramamışlardır. (-Kızılbaşlık ve Bektaşilik arasındaki fark 1514 yılındaki Osmanlı-Safevi Savaşlarında ortaya çıkar.) Yapılan görüşmeler amacına ulaşamamış, Kızılbaş Kürtler hükümet yanında olmayacaklarını, dayatmaları kaale almayarak ilan etmişlerdir.
Yerleşik olarak yaşadıkları bölgelerden Nisan-Mayıs aylarında toplanılan Ermenileri alma istemiyle İttihat ve Terakki, Dersim'e yeni bir dayatma yapar.Ancak 1893 yılından başlayarak artan Ermeni sığınmalarının yaşandığı Dersim, Ermenileri ittihatçılara vermeyi reddeder. Bu tarih itibariyle Dersim ittihat Terakkicilerin hışım politikalarına maruz kalır. Elbistanlı Kızılbaş Kürt bir ailede yetişen, Atatürk'ün danışmanı; Prof. Hasan Reşit Tankut, Ermeni ve Kızılbaş Kürtler hakkında hükümete verdiği bir raporunda, Dersim Alevilerinin Ermeniler'i çok sevdilerini, Ermeniler'in Dersim'de bir ana kucağı bulduklarını belirtmektedir. 1915 Ekim Devriminin gerçekleşmesi ardından Ermeniler, aralarında Seyid Rıza ve Ali Şer'in bulunduğu Kürt liderlerle birlikte 'sosyalist şura'yı kurarlar... Ancak bu şura Erzincan Komutanı Ermeni Murat Paşa'nın Büyük Ermenistan haritası sebebiyle sona erer. Dersim dış etkenler ve hükümet karşısında birlik politikası içerisinde olsa da kendi içinde çok belirgin bir anlayışa sahip değildi. Bunu fırsat bilenler 1916 yılına kadar Dersim'li aşiretlerle gizli görüşmeler yapmışlar, bazıları Ermenileri İttihatçılara teslim etmiş, bazıları ise Ermenileri ya aile içlerine alarak ya da İran tarafına geçirerek İttihatçıların ellerinden kurtarabilmişlerdir.
Soykırımın Tanıkları ...Tserkernin zenkerov yegan.. Martasban açkerov nayetsan mer yeresnerun... Sırdernus meçdeğı sur tsav mı.. Aryun gı vaze mer zavagnerun açkeren. Ellerinde silahlar ile geldiler... Kanlı gözleri ile baktılar masum yüzlerimize...Yüreklerimizin ortasında bir sızı... Kan damlıyor çocuklarımızın gözlerinden Dersimliler 1915'te başlayan Ermeni Soykırımına 'Tertelo Viren-Birinci Tertele' ya da 'Tertelê Hermeniu' demekte, Kürt Soykırımına ise 'Tertelê Peen-İkinci Tertele' ya da 'Tertelê Kirmancu' demektedirler. Gelelim günümüze dek o veya bu şekilde sağ kalabilmiş Dersimli Ermenilere. Günümüzde, soykırıma tanık olanlardan Dersimli Ermeniler hakkında sözlü bilgilere ulaşmak halen mümkündür. Bu bilgiler ışığında, Aleviliğe dönen veya Alevi ailelerine evlilik yoluyla dahil olan Ermenilerin var olduğu kayda değer bilgiler arasındadır.
Dönemin sancılı coğrafyasında yaşanan trajedileri, yaşlılarımızın bizlere bir sır gibi aktardıkları bilgilerle anlatacak olursak aşağıdaki örnekler yıllardır ört pas edilip, inkar edilmeye çalışılan gerçekleri en çıplak haliyle gözler önüne sermeye yetebilir... Veyva çê Satoli: 'Annem Ermeni Katliamında yetişkinmiş, bana şunları anlatmıştı; şuan bizim olan Şine Köyü, bir zamanlar Ermeni köyüymüş. Ermenileri toplayıp sürüyorlardı. Ele geçmek istemeyen Ermeniler evlerini-barklarını, köylerini terk edip kaçmaya çalışmışlar. Memleketini (köyünü) seven birkaç Şineli Ermeni, Kürt komşularının gözleri önünde Şine'de dut ağaçlarının dallarına kendilerini asarak intihar etmişler. Ermeniler gittikten sonra Şine bize kaldı.' Zeynelê Uşen-Çarekan: 'Ermenileri istiyorlardı. Dersimlilerin bazıları devlete milis olmuşlardı. Milisler Ermenileri öldürüyor veya devlete teslim ediyorlardı. Bazı aşiretler Ermeni çocuklarını kurtarmak için aldılar. Bazıları ise Ermeni kadınları kurtarmak için evlendiler.' Maa xo (?) Gulê Kureyşan: 'Annem, babamın çok iyi Ermenice bildiğini, aramızda fark olmadığını söylerdi.
Önce onları kırmışlar, çoğu öldürülmüş. Köylerde yüzlerce kesik baş sayan olduğunu duymuştum... Bazılarına demişler 'siz de Kızılbaş olun'. Biz yalnız kalınca sıra bize gelmiş... 38'de de bizi kırdılar.' Memedê Kolu: Ermenileri kırdıklarında ben büyüktüm. Ermeniler bizim aramızdaydı. Kör Mano'nun (Manuel) evi, Aliyê Gaxin evinin yanındaydı. Birkaç Ermeni ailesi de, bugün Hese Qojigilin arazisi olan Theza Hemcu'daydı. Ermeniler orada bostan ekiyorlardı. Henie Xece bölgesi de, derenin her iki yakasıyla tüm Mergarız, Ermeni mülküydü. Aslında Ermenilerin değil, Ermeni ağalarındı. Yarıcı Ermeniler ekip biçiyordu. Kızılkilise (Nazimiye) Ermenilerindi. Devlet önce Ermenileri katletti. Ben Ermeni Katliamını hatırlıyorum. Ermenilerin ileri gelenleri, zenginleri, o zamanlar Eleziz'de (Xarpet) yaşıyorlardı. Eleziz/ Beşqardaş'ta, beş Ermeni kardeş yan yana beş tane konak yaptırmıştılar. Herkes Markogil diye anılan bu Ermenilerin konaklarını övüyordu. Şimdi oraya sinema yapmışlar.
O zaman Ermeniler katledildi. Birkaç yıl aradan sonra devlet Qoçkirilileri, onların ardından Çewlıg (Bingöl) Kirmançlarını kesti. Onlardan sonra da Dersim'de katliam yaptı. Bugün Dersimdeki birçok köyde bulunan ailelerin Ermeni kökenli olduğu bilinmektedir. 21. Yüzyılın başına kadar Ermenice yerel halk tarafından biliniyor ve günlük yaşamda kullanılıyordu. Ancak bugün gördüğümüz sonuç ortadadır.
Dersimde konuşulan Kürtçede Ermenice sözcüklere rastlamak hala mümkündür. Örneğin; Kızılbaş Kürt geleneğinde yaşanan Gagan Bayramı bir nevi yılbaşı olarak kutlanıyor ve ocağın ikinci haftasına denk geliyor. Benzer bir gelenek Orthodoks-Gregoryan Ermeni Kültüründe de mevcuttur. Orthodoks-Gregoryan Ermeniler Gağant adı altında Yılbaşını ve müteakiben 6 Ocakta Noel Bayramını kutluyorlar. Neredeyse aynı isimlerle ve yakın tarihlerde kutlanan bu ananevî benzerlik gibi tarih boyunca ortak kullanılan coğrafi bölgelere verilen isimlerde de benzerlikler görmek mümkündür. Örneğin; Dersimliler bu yüzyılın başlarında kadar yaşadıkları topraklara 'Harde Dewresi'(Dervişlerin Toprağı) veya 'Harde Keşişi'(Keşişlerin Toprağı) demekteydiler. Kezâ, Dersimdeki Munzur Dağları günümüzde 'Mıntzuri' olarak da bilinmektedir ve Ermeniler tarafından hala 'Mıntzuri' olarak adlandırılmaktadır.
Evlatlıklar ...Dersimî pladagvadz yegeğetsinerus goğkin Hay'u zavag mı, anunı Yervant... Artsunknerı apernus e tapvadz. Ays inç medz tsav e ov Der!
Dersim'de yıkılan kiliseler arasında bir Ermeni çocuğu, adı Yervant...Gözyaşları ellerimize düşmüş... Ne acı ey Tanrım Bu yazıyı hak etmedik biz!
Soykırım sürecinde yetim kalan birçok Ermeni çocuğun, Katolik Rahipler, Protestan Misyonerler ve Kürt-Alevi aileler tarafından sahiplenildiği veya evlat edinildiği artık yaygın olarak bilinen bir gerçek. Bu tür evlat edinmelerin Dersim coğrafyasında da olduğu sözlü anlatımlarla elde edilen bilgiler arasındadır. Ermeni Patriği Horan Aşıkyan 'Ermeni Tarihi' adlı eserinde Amerikalı ve İngiltere'li Protestanların misyoner faaliyetler ile Ermeni çocuklarını soykırım ertesinde koruduklarını, okullar açıp Ortodoks-Gregoryan Ermeni çocuklarını Protestanlaştırdıklarını belirtmektedir.
Ayrıca Vartabed (Rahip) Hrant kayıtlarında Protestan Misyonerlerin İngiliz ve Amerika kökenli olduklarını açıkça yazmakta ve 'Western powers' adı altında Batı güçleri'nin etkilerinden bahsetmektedir. Diasporadakiler kadar, Türkiye'de yaşayan Ermenilerle yapılan sohbetler sırasında da daha birçok yörede evlat edinmelerin olduğunu öğrenebiliyoruz. Hatta İstanbul'daki Kalfayan ve Karagözyan Yetimhanelerinin, avlanmakta olan bu yetim çocukları aynı çatı altında toplayabilmek için inşaa edildikleri günümüze dek süregelen söylentiler arasındadır. Kripto-Ermeniler Ararat'ı toğ campa tsutsune mez, sev amberı mer vran. Ararat bize yol göstersin, üstümüzde kara bulutlar Sözlük anlamıyla 'Gizli Ermeniler' olarak tabir edebileceğimiz bu kelime, 1915 Soykırımından kurtulabilmek için din değiştirmiş Ermenileri ifade etmektedir.
Soykırımdan kurtulmak için din değiştirmek zorunda kalan Ermeniler 1916 yılına kadar bunu bir kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir. Ancak bu değişimin Ermenilerin hayatlarını kurtardığını anlayan güçler gecikmemiş, aynı yıl din değiştiren Ermeniler hakkında inceleme başlatmış ve vilayetlerde din değiştirenlerin bulunduğu bölgeler hakkında fişleme çalışması gerçekleştirmiştir.
1918 yılında çıkarılan kanunla 20 yaşından küçük Ermenilerin din değiştirmeleri yasaklanmış ve Ermeni çocuklarının kurtuluş yolları kapanmıştır. Bir dönem varlığı tartışılan Kripto Ermeniler, Aksiyon Dergisinin 584 sayılı basımında Gamze Polat tarafından kaleme alınmış ve ilginç noktalara değinilmiştir:
'Türkiye'de yaşayan 'gizli Ermeniler' bölücülükte önemli rol oynuyor.' gibi bir cümleyi alenen yazarak yanlı olduğunu da belirtmekten çekinmeyen bu yazarın ve makalesinin hatlarına bakıldığında sistemin etiketleştirme politikasıyla aynı paydada olduğunu fark etmek zor değildir. Kendinden olmayanı 'teröristleştiren' sistem ve onun kalemşörleri Kürtlerde olduğu gibi Ermenilerde de etiketleştirmeye gitmekten geri durmamışlardır. Öncelikle Kripto Ermenilerin nedenini sorgulamak yerine onları çerçevelendirmeye giden bu ve benzeri tanım ya da yorumlar elbette aklıselim entelektüel kesim için bir çıkış noktası olamaz ancak yararlanabileceğimiz bazı alıntıları, yazarın uzak durduğu noktaların anahtarı olabileceğini düşünebiliriz:
'Ermeniler ile isyancı Kürtlerin ilişkisi bazı bölgelerde belirgin olarak ortaya çıkıyor. Tunceli, Hozat, Ovacık, Çemişgezek, Mazgirt, Pülümür, Elazığ, Tercan, Dicle, Erzincan ve Sivas bu yerleşim yerlerinin başında geliyor. Bunda tehcir sırasında yaklaşık 20 bin kadar Ermeni'nin, Alevi Kürtlerin yaşadığı sarp dağlarla çevrili Dersim aşiretlerine sığınması etkili oldu.' 'Tehcir sonrası Türkiye'de kalan Ermenileri üç sınıfta toplamak mümkün. Bunlardan ilki Ermeni evlatlıklar ki önemli bir kısmı tamamen Müslüman kimliğini benimseyip yaşatmışlar.
İkinci olarak, 'Gizli Hıristiyanları' saymak mümkün; 'Kripto Ermeniler' veya 'Gizli Ermeniler' adıyla da anılan bu grup 1915 Tehciri'nden kurtulmak için Müslüman olmayı seçmiş ama gerçekte Orthodoks-Gregoryan geleneklerini sürdürmüşler. Doğu Anadolu'da ağırlık teşkil etseler de Türkiye'nin her tarafına dağıldıkları bir gerçek. Mühtedi (Müslümanlığa dönen) Ermenilerinin sayısının 100 bini bulduğu tahmin ediliyor.
Üçüncü grupta ise Türkiye'de yaşayan Orthodoks Gregoryan Ermenilerini saymak mümkün. Bugün sayılarının 60 bin civarında olduğu sanılan Ermeniler ağırlıklı olarak İstanbul'da yaşıyor' Soykırım sürecinde din değiştirmek zorunda kalan Ermeniler, günümüzde hala belirsizliğini koruyan bir konu. Ancak yakın zamana kadar çevrelerinde Müslüman olarak bilinen ailelerin yeniden Hristiyanlığa dönerek Orthodoks-Gregoryan Mezhebinin ve Ermeni Kültürünün geleneklerini benimsediklerine rastlamak mümkündür.
Örneğin 1900'lü yılların ikinci yarısında Tunceli Yöresindeki bazı kayıtları inceleyecek olursak:
• Tunceli merkeze bağlı, Doluküp Köyü nüfusuna kayıtlı, 1947 doğumlu Sefer Akyüz, aslında Ermeni kökenli bir aileye mensup. Yaşadığı bölgede yıllarca Müslüman olarak biliniyor. Babası Çetin, annesi Hatun Akyüz de aslen Ermeni olup ailenin bir kuşak öncesinde evin reisinin adı Agop, eşinin ise Marta olduğu biliniyor.
• Tunceli Mazgirt-Aydınlık Köyü nüfusuna kayıtlı Çelik Ailesi Ermeni asıllı olmalarına rağmen nüfus kayıtlarında aile fertleri Müslüman gözükmekteydi. 1944 doğumlu Aziz Çelik, 1972 yılında din değiştirerek Hristiyanlığa geçmiş ve bir Ermeni ismi olan 'Sarkis' adını almıştır.Sarkis Çelik, Muşığ-Mayrani çiftinin 1949 Arapgir doğumlu Ermeni-Hristiyan kızı Bülbül Yılıncıoğlu ile evli. Ailenin 1972 doğumlu oğlu Sevan Çelik ile 1977 doğumlu Savaş Çelik, Orthodoks-Gregoryan Hristiyan.
• Tunceli Mazgirt-Aydınlık Köyü nüfusuna kayıtlı Canik Ailesi, yaşadıkları çevrede Alevi olarak biliniyor. Fakat Canik Ailesi de köken itibariyle Ermeni. Şükrü-İmoş çiftinin 1938 doğumlu çocuğu Yıldız Canik, Türkiye Ermeni Patrikliği'nin 15 Ocak 2004 tarihli vaftiz belgesine göre Hıristiyanlığa geçiyor. Kayıtlara göre Yıldız Canik'in dedesinin adı Kiyrok, nenesininki ise Meryem. Kardeşi Perihan Canik, 1980 yılında adını Peruz, dinini de Hristiyan olarak değiştiriyor.
• Tunceli Mazgirt nüfusuna kayıtlı Garabet-Rıza Yağcı ve ailesi 1963 yılında ailece Hristiyanlığa geçiyor. Sistemin mermer politikası olarak adlandırabileceğimiz Türkleştirme-Müslümanlaştırma ne bugün başlayan ne de kökeni olmayan bir politikadır. Zira 1915 Soykırım zamanında kimi Ermeniler bir şekilde hayatlarını kurtarabilmek için din değiştirme yolunu seçmek zorunda kalmışlar ve kendilerine en yakın olan Kızılbaş Aleviliği tercih etmişler.
Kızılbaş Alevilik özü itibariyle birçok din ve kültürle olan benzerliği bakımından Hristiyan olan Ermenilere silahtan kurtulabilmek için bir nefes olmuştur. Atatürk'ün danışmanı Prof. Hasan Reşit Tankut, Kürt Aleviliği ve Ermeni Hristiyanlığı arasındaki benzerlikler konusunda da şu ilginç anekdotu aktarır:
'Siyasal Bilgileri henüz bitirmiş ve Sivas Vilayeti maiyetine verilmiştim. Hafik ilçesinin bir Kürt Alevi köyünde geceledim. Ev sahibi (Koçgirili bir Dede), I. Dünya Savaşı yıllarında Ermeniler'e özerklik verilmesi için öngörülen halkoylaması dolayısıyla bana şunları söyledi: 'Aleviler'le Ermeniler arasındaki fark, soğan zarı kadardır. Ermeniler; Tanrı'yı 'Baba, Oğul ve Kutsal Ruh' olarak anar; biz bu üçlemeyi Allah-Muhammed-Ali biçiminde söyleriz. Onların 12 Havarisi vardır, bizim 12 İmamımız. İbadet ve oruçların vakit ve şekliyle bayramlar, her iki millette de aşağı yukarı aynıdır. Onlar tek kadınla evlenir ve kadın boşamazlar, biz de öyle. Onlar göğüslerinde Haç çıkarmak yoluyla şahadet getirirler, biz açık avucumuzu bağrımıza basmak suretiyle. Biz, sonradan Hazret-i Ali Efendimize uyduğumuz için adımız Alevi oldu, yoksa aramızda bir fark yoktur.
' Kültürel erozyonun engellenemediği, asimilasyonun artarak devam ettiği günümüzde, eriyerek kaybolan kültürlerin aksine Kızılbaş Kürtler ile Ermeniler arasındaki benzerlikler önemini korumaktadır. Kökeni Zerdüştlükten gelen Kızılbaşlık'ın 'nazargah' olarak adlandıran bakış açısı diğer inanışlara geniş bir perspektifle bakmaktadır. Eski çağlarda antik inanışlardaki komşu tanrıların kabulü, yakın zamanlarda da komşu inanışların sentezi Kızılbaşlar arasında sıkça görülmektedir.
Dr.Celilê Celil, Dersimdeki Kızılbaş Kürtlerin yöredeki kiliselere hürmet gösterdiklerini, bu yerleri kutsal sayarak saygı gösterdiklerini belirtmektedir. Halklar arasındaki bu etkileşimin yoğun olarak yaşandığı Mezopotamya topraklarındaki dinsel sentezler, Mezopotamya halklarının dış etkenler haricinde birbirleriyle barışık yaşadıklarını açıkça göstermektedir. Örneğin, Matti Moosa, şu tespitlerde bulunmuştur: 'Kızılbaşlar ve Ermeniler arasındaki ilişki Kızılbaşların Ermeni Kiliselerine ve kutsal yerlerine gösterdikleri saygı ile güçlenmektedir. Kızılbaşlar ve Ermeniler arasındaki sosyo-dinsel ilişki artık yerleşmiş bir gerçektir.
Sosyolojik açıdan yakın olan Ermeniler ile Kürtler ezelden beri Anadolu'da yan yana yaşamaktadırlar. Anadolunun doğusunda yoğun bir şekilde Kızılbaş nüfusu bulunmakta, birçok köyde ise Ermenilerle Kızılbaş Kürtler yan yana yaşamaktadır.' Ermeniler ile Kızılbaş Kürtlerin inançsal olarak benzerlikleri birçok noktada ortaklaşma göstermektedir. Hristiyanlık öncesi Ermenilerin paganist bir inançsal sistemleri bulunmakta idi. Güneş ve Ay, aynı Kızılbaş Kürtlerde olduğu gibi kutsal sayılmakta, Güneşin yeryüzündeki simgesinin ateş ve de ocak olduğu kabul edilerek, ateşe hürmet gösterilmekteydi. Ermeniler Hristiyanlık öncesindeki bu inanç evresine 'Grabasdutyun-Ateşperestlik' olarak adlandırmaktadırlar.
Ermenilerin Hristiyanlığı kabul edişleri ile birlikte Hristiyan Ruhaniler Ermenilerin Güneşe ve ateşe olan bağlılıklarını yenmek için mücadele etmiş ancak eski inançlardan gelen kutsal kavramların yeni inanç sisteminin içine entegre edilmesinin önüne geçememişlerdir. Bugün Ermeni kiliselerinde mihrap merkezinde Güneş sembolü bulunmakta, sabah dualarında güneşin adı söylenmektedir. Aynı ritüele Kızılbaş Kürtlerde ve Êzidiler'de de rastlayabilmekteyiz. Kültürlerin iç içe yaşadığı bir coğrafyada karşımıza çıkan bir başka örnek ise paganist inançlardan gelen doğadaki varlıkları kutsal sayma kültüdür. Hristiyanlık öncesi Gravasdutyun Ermeniler güvercini kutsal saymaktaydılar. Hristiyanlık sonrası aynı Güneş ve Ateş kültünde olduğu gibi güvercin kütlü de Hristiyanlık içinde görünür durumuna geldi.
Aynı inanışın Kızılbaş Kürtlerde olduğunu, günümüze kadar ulaşabilmiş eski Dersim mezar taşlarından görebilmekteyiz. Bugün Dersimdeki pirlerin mezar taşlarında aynı pagan inanç ile özdeşleşmiş güvercin motiflerinin işlendiğini görebilmekteyiz. Kızılbaş Kürtlerde önemli bir yeri olan Boz Atlı Xızır inancı Ermeni kültüründe farklı bir isim olarak karşımıza çıkmaktadır. Ermenilerin boz atlı aziz olarak nitelendirdikleri Surp Sarkis Kızılbaş Kürtlerdeki Xızır ile aynı özelliklere sahiptir. Soykırım öncesi kırsal bölgede yaşayan Ermeniler, aynı Kızılbaş Kürtlerde olduğu gibi Şubat ayında Surp Sarkis için oruç tutmakta, benzer olarak Xızır için yapılan 'kete' leri Surp Sarkis için sunmaktaydılar.
Dersim ile ilgili Ermenice Kaynaklar
Dersimle ilgili Ermenice kaynaklara göz attığımızda karşılaştığımız kapsamlı eserlerin başında Antranik Paşa'nın yazdığı 'Dersim Seyahatnamesi' gelmektedir. Antranik Paşa bu eserinde Dersim olaylarını ve soykırım sürecini, Dersimin yaşlı seyitlerinin tanıklığı ile aktarıyor.
Kimilerine göre bu eser M. Kalman'ın 'Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri' isimli kitabına geniş bir kaynak olmuştur. Antranik Paşanın seyahatnamesiyle eş zamanlı olarak etnograf Sarkis Hayguni'nin Dersim üzerine yazmış olduğu makaleler değerli birer kaynak niteliğindedir. Bu makalelerin bazıları Kürtçenin Zazakî lehçesinde yayınlanan Desmala Sûre Dergisinde tercüme edilerek yayınlamıştır. Dersim hakkında yazılanlar, 1915 sonrası değişik ülkelere yayılan Dersimli Ermenilerce devam ettirilerek yayınlanmıştır. Hovsep Hayreni'nin kaynaklığında bunların en önemlilerinin Kevork Halacyan'ın incelemeleri olduğu görülüyor. -
Kevork Halacyan Kuzey Dersimli (Erzingan-Qıntsorek köyünden) Ermeni bir yazardır-.Gençlik yıllarında Ermeni ve Kürt örgütlenmeleri ve direnişlerinde önemli bir yeri oluyor. 1915'e kadar Dersimde bulunur ancak daha sonra Koçgiri isyanı ile bağlantısı olduğu tespit edilince Sivas Cezaevine hapsedilir. Burada Dersimli Seyitler ve de Şeh Sait isyanının Kürt liderleri ile birlikte hapis yatar. İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp özgürlüğüne kavuştuktan sonra Sovyet Ermenistanı'na geçiş yapar.
Edindiği bilgileri ve yaşadığı tanıklıkları kaleme alan Kevork Halacyan'ın yazdığı bilgiler Ermenistan Bilimler Akademisi Arkeoloji ve Etnografya Enstitüsü'nde daktilo edilip arşivlenerek 'Ermeni Etnografya ve Filolojisi' isimli ansiklopedinin bir cildi olarak 'Dersim Ermenileri Etnografyası – 1.Bölüm' adı altında yayınlanmıştır. Diğer bilgiler ise Sovyet Döneminin maddi yetersizlikleri nedeniyle yayınlanamamıştır.
Yine Dersim Peri'li Kevork Yerevanyan'ın 'Çarsancak Ermenileri Tarihi' adlı kitabı ile Çemişkezek'li Hampartsum Kasparyan'ın 'Çımışgadzak ve Köyleri' adlı kitabı Dersimle ilgili Ermenice kaynaklar arasında önemli bir yer taşımaktadır. K.Yerevanyan kendi eserini 1915'te Tıla Pert yakınlarında toplu olarak katledilen, aralarında kendi babası ve amcaoğlu da bulunan Çarsancaklı şehitlere adamıştı. Aynı şekilde H.Kasparyan da kitabının önsözüne '1915 büyük Ermeni kırımında kurban giden Çemişkezeklilerin ölümsüz anısına' diye yazmıştır...
Bu kaynaklar, içerik olarak yerel bilgilere sahip olsalar da 1915 yılına kadar var olan Ermeni yerleşimlerini, isimlerini, kilise ve manastırların yerlerinin tespit edilmesi, Ermeni Cemaatinin idari bilgilerinin, mektup ya da belgelerle derlenerek aktarılması bakımından büyük bir öneme sahiplerdir.
Godoradz Nuri Dzağikner- Katledilmiş Nar Çiçekleri Tarih boyunca Mezopotamya coğrafyası birçok acıya ve ölüme tanıklık etti. Vaktiyle aynı kanın içinde yüzen halklar, medeniyetler geçmişte olduğu gibi bugün birbirleriyle barışıyorlar. İnkar edilerek gizlenmeye çalışılan bir tarihin masum kurbanlarını görebilmekse sadece kıyımdan geçirilen halkların değil tüm insanlığın payına düşüyor.
Bu paya ortak olabilmenin yolu ise öncelikle gerçeklerle yüzleşmekten geçiyor, aynı bir yazarın dediği gibi 'bu topraklarda milyonu aşkın Ermeni ve binlerce Kürt katledildi...'
Sözlü-Yazılı Kaynaklar ve Makaleler
Dr. Celilê Celil-19. Yüzyılın 50-70 Yılları Arasında Dersim Kürtleri
Matti Moosa; 'Kızılbaş Kürtler'in İnancında Ermeni Unsurları
Mehmet Bayrak - Kızılbaş Kürtler ve Protestanlık
Hristiyanlıktan Önceki Ermeniler-
Bolsohays Paganizmden Hristiyanlığa Ermeni Bayramları Heqie Mergarijî-
Zeynelê Uşen - Gûle Kureyşan Hovsep Hayreni, Yerwant Sarrafyan
Kaynak: Dersim Site