11 Aralık 2011 Pazar

ALEVI HALKININ OPNDERI HUSEYIN DEDESOYDAN ONEMLI BILDIRI

Hovsep Hayreni/
DERSİMLİLER ERMENİ KARDEŞLERİNİ DAHA DOĞRU ANLAYABİLMELİ
Hollanda Dersim Vakfı (HDV)'nın tekrar kurum olarak yankı verdiği Petag konulu tartışma en başından Petag'ın müzik çerçevesini aşan bir şeydi.
HDV kendi giriştiği eleştiriyle oradaki şarkıların kaynağından öte Dersim'in geçmişindeki Ermeni varlığını sorgu altına alarak geniş bir tartışmaya davetiye çıkartmıştı. Biz de tamamen kendi ortaya attığı soru ve şaibelere açıklık getirecek cevaplar yazmıştık. Şimdi o geniş tartışma kapısını açanın kendi ilk yazısı değil de benim cevabım olduğunu belirterek yürüttüğü polemikte ise ilgisiz karşılık ve soyut suçlamalarıyla konuyu tıkayıcı bir tutum sergilemiş. Haksız ithamlarına yanıt olarak son bir kez meramımı anlatmaya çalışacağım. Devam edecek anlayışsız karşılıklar olursa artık duymazdan gelmeyi gönül rahatlığıyla tercih edebilirim.
“MİSYONERLİK” İTHAMI ÇOK YERSİZ VE BİRAZ DA AYIP DEĞİL Mİ?
Öncelikle HDV'nin bana yakıştırdığı “misyonerlik” ithamına değineceğim. Yazısının başlığında bunu ima eden ve öncelikle bu temelde yüklenmeler yapan yazar hiç bir somutlama gereği duymadan “Hayreni’nin cevabında kullandığı argümanlar bizler için yeni değil. Biz bu argümanları en az 150 yıl öncesinden tanıyoruz. Dersim ve çevresinde o zamanlar görünmeye başlayan Batılı misyonerler üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri tekrarlayarak belirtiyorlardı” demiş. Aşağıda değineceğim çarpıtılmış “cahil” kelimesi dışında bir tek örnek vermemiş, neleri kastettiğini açık bırakmış. Ama ben neler yazdığımı biliyorum, isteyen okuyucu da önceki yazılara erişebilir. Kimin hangi niyetle söylediği değil, söylenenin ne olduğu ve neye dayandığıdır önemli olan. Tartıştığım konular kendilerinin inkardan geldiği, küçümsediği, son derece önemsiz göstermeye çalıştığı eski Ermeni varlığı ve etkileri çerçevesinde şeylerdi. Cevaplarımda temel aldığım veriler uydurma değil, belgeli ve gerçekti. Gerçek olan bir şeyi, örneğin bir yer isminin kaynağını oluşturan tarihi kiliseyi yerli kaynaklar gibi yabancı gezginin notları da teyit ediyorsa ne yapacağız? O bir misyonerdir diye gerçeği çöpe mi atacağız? 150 yıl önce Dersim'e uğrayan yabancının neyi neden kurcaladığı ayrı bir sorun. O bizi bağlamaz ve bu gibi soyut benzetmeler ortak tarihimize ilişkin tartışmalarımızı ipotek altına alamaz.
Benim 150 yıl önceki argümanla konuştuğumu öne süren HDV yazarı, bu soyut suçlamayı yaparken asıl kendisinin çok kötü bir argümana sarıldığının ayrımında değil mi acaba?
Türkiye'nin iç siyasetiyle ilgili olan herkes son on yıldır o “misyonerlik” kavramı etrafında yaratılan yapay korkuların farkındadır sanırım. Mesnetsiz “misyonerlik” suçlamaları bilhassa istenmeyen azınlıklar üzerinde psikolojik baskıyı arttırmak ve tabu konularda konuşma cesaretini kırmak için kullanılan demagojik bir silah olmuştur. Hatırlayalım biraz, Hrant Dink'in katline uzanan süreç onun Sabiha Gökçen'le ilgili ifşaatine karşı hotzot ültimatomlarla başlatılıp mahkeme kapılarında koca pankartlara yazılı “Misyoner çocuğu” gibi küfür ve tehditlerle pişirilmişti. Ardından Malatya'daki hunhar katliam yine “misyonerlik” argümanlarıyla kotarılmıştı. Daha başka planları açığa çıkan Ergenekoncuların bir çok tertibi “misyonerlikle mücadele” kılıfına büründürdükleri de biliniyor. Onların tarihte “emperyalizme karşı kurtuluş savaşı” dedikleri de bu toprakların gayrı-müslim yerlilerinden kurtulma savaşıydı, bugün “misyonerliğe karşı” gösterdikleri her şey de bir avuç kalmış aynı kesimleri sindirme, susturma, kaçırtma ve bitirme mücadelesidir.
Bu uç örnekleri anmaktaki maksadım herhangi bir özdeşlik iması kesinlikle değil. Tartışma muhataplarımın o faşist çevrelerle bir yakınlığı olamayacağını gayet tabii biliyorum. Çeşitli kavramların farklı politik eğilimler tarafından farklı içerik ve yönelimlerle kullanılabileceğini de gözardı etmiyorum. Ama eğer bir yerde niteliği belli çevrelerin saldırı sloganı haline gelmiş bir kavramsa sözkonusu olan, onu kullanmakta daha özenli davranılması demokratik duyarlılık gereğidir. Bu ülkede ağzını açan yerli azınlığa “yabancı mihrak” ve “misyoner uzantısı” yaftasını yapıştırmanın öylesine belirgin ultra-nasyonalist bir moda olduğu dikkate alınırsa, bizim gibi azınlıklar arası tartışmada bu tür argümanlara başvurmanın yanlışlığı yanında ne kadar kırıcı olacağı kolayca anlaşılır. Bir an için ona yüklenilmiş özel manaların baskın atmosferinden kendimizi sıyırarak misyonerlik kelimesinin en makul sözlük anlamları etrafında düşünsek bile yapılan itham yersizdir. Kaldı ki HDV'nin kendi ideolojik bakış açısı her ne ise o çerçeveden ima ettiği ve “150 yıllık çalışmaların devamı” diye yazısının başlığına taşıdığı anlam o kadar masum değil; ne denli soyut kalsa da anlayacak olan için öyle yada böyle “yabancıların gizli emelleri ve sinsi planları”nı akla getirir.
Yapılan ithamın bana hatırlattığı bir başka enteresan olayı örnek veriyim: 20 Şubat 2008'de Vakıflar Yasası değişiklik teklifinin tartışıldığı TBMM oturumunda CHP ve MHP'li vekillerin hırçın itirazlarına katılan Kamer Genç “Bugün Anadolu'nun bir çok yerinde, işte benim memleketim Tunceli'nin bir çok yerlerinde kilise kalıntıları var. Şimdi sizin getirdiğiniz bu kanunla adamlar gelecekler, her tarafta, işte şu kiliseyi canlandırma vakfı, bu kiliseyi ihya etme vakfı, dolayısıyla Türkiye'yi paramparça edecekler” diyerek milletin ödünü kopartmıştı. HDV'li arkadaşların hemşerilik dışında Kamer Genç ve onun siyasi hattıyla da ilgileri olmayabilir. Ama tartıştığımız konudaki reflekslerinin kafamda bu olayı çağrıştırması yersiz değil. Biz de Dersim'deki eski Ermeni izleri üzerine konuşurken HDV'nin takındığı tutum yukardakini andırıyor ve benim “misyoner tavrı” içinde bu işleri kurcaladığımı öne sürmekle benzer korkuları dürtüklemiş oluyor. Bakın Kamer Bey'in o müthiş öngörüsüne bir gıdım hak kazandıracak olmasa da, bugün Dersim'deki Ermeni uygarlık kalıntılarını araştırıp ayakta kalan çok az eseri restore etmeyi de amaçlayan bir girişim var. Benzeri bir çabayı Sasonlu Ermeniler de gösteriyor. Şimdi Dersimliler ve Sasonlular arasında da yersiz şüpheler üretilirse bu defa Türkiye'nin değil ama bu bölgelerin Ermeniler tarafından istila edilmek istendiğine yönelik seslerin duyulması işten olmaz.
HDV Dersim Ermenileri adına dernek kurucusu Miran Pırgiç Gültekin'in girişimini gazetelerdeki muğlak bir cümle üzerinden Dersimlilere karşıt algılayıp tepki göstermiş. Sabah gazetesinde yer verilen “Dersimli Ermeniler bölgenin ideolojik yapısı nedeniyle kaygı taşıyor” sözü yanlış aksetmiş birşey olamaz mı? Bunu kendisine sorduğumda, sözlerinin özetlenerek yazılmasından kaynaklanan bir anlam kayması olabileceğini, kastettiğinin bölge halkı değil devlet tarafından yaratılan korku atmosferi olduğunu, Dersim'de ağır basan muhalif politik eğilimler nedeniyle 12 Eylül sonrası devletin muazzam yüklenmesi ve Ermeni kökenli olanların daha özel hedeflenmesi gerçeğine gönderme yaptığını anlattı. Aynı gazetede daha önce çıkan şu sözleri bölge halkına bakışının olumsuz olmadığını gösterir: “Mihran Pırgiç Harput'ta, Sason'da, Malatya'da az da olsa ismiyle yaşayan Ermenilerin bulunduğunu, ama Dersim Ermenilerinin hepsinin 'döndüğünü' söylüyor ve ekliyor: Çünkü Dersim halkının kültürü ile Ermenilerin kültürü benziyor” (1 Ekim 2010). Burdan anlaşılması gereken, Dersim'deki Alevi inancı kendilerine yakın geldiğinden buradaki kimlik dönüşümünün daha kolay tercih edilen bir şey olduğu, 1915 kalıntılarının bu sığınak olmasıyla ünlü bölgede Ermenilikleriyle devletin gözüne batmamak için Alevi toplumu içinde erimeyi yeğledikleridir. Dersim'in ideolojik-kültürel dokusuyla Ermeniler için en az kaygı verici, en çok rahatlık sağlayıcı yer olduğu bir gerçek. Ama hiç bir pürüzün yaşanmadığını söylemek de mübalağa olur. Bu bakımdan Alevi olmuş Dersimli Ermenilerin yine de yer yer kendilerine “soyu kırık” denilmesi yada Ermeniliklerini ifade edince “haşa haşa” diye karşılanması gibi itici davranışlar nedeniyle belli rahatsızlıklar duyduyları biliniyor. Bunları yok saymak veya bir serzeniş olarakdile gelmesinden kötü anlamlar çıkartmak da yanlış olur .
HDV benim Dersim'e gösterdiğim ilgiyi 19. yüzyıldaki Batılı gezginlerin ilgisine benzeştirmek ve buradan “misyonerlik” ithamını gerekçelendirmek için alakasız paralellikler kurmayı denemiş. 100-150 yıl önce Dersim'e uğrayan Batılılar orada Kızılbaşları Hristiyanlığa çekmek için çaba göstermiş ve yerli Ermenilerden de yardım görmüş olabilirler. Bugün bizim gerçekliğimizin bununla benzerliği nedir? Yazarın dağınık ifadelerini biraraya getirerek ne demek istediğini düşününce benim anlayabildiğim şu oluyor: “Bir yabancı olarak” itham ettiği ben ve konuyla ilgilenen başka Ermeniler eski misyonerlerin yerini almışız, “bizdeki kendini bilmezler” dediği Mikail Aslan ve onun gibi bazı Dersimliler de eskiden misyonerlere refakat eden yerli Ermenilerin rolünü oynamakta galiba!.. Kendi halkının saygın bir sanatçısına bu üslupla çatan, bir nevi haddini bildirme mesajı veren HDV, bana atfettiği “aba altından sopa gösterme” saygısızlığını kendi tavrında görmeye çalışsa iyi eder.
Benim yabancı sayılmama gelince, dar anlamda doğru olabilir. Ama Dersim'le ilgilenmemin kuşkuyla karşılanmasını gerektirecek ölçüde değil. Doğma büyüme Dersimli olmasam da Anadolu insanıyım ve bölgeyle neredeyse yerlisi kadar tanışıklığım var. Eski politik bağlar vesilesiyle Dersim'in her tarafından ve her renginden dostlara sahibim. Eşimin Dersimli olması nedeniyle de bağlantılıyım. Dersim tarihi ve kültürüne ilgim bu yakınlıklardan başlangıç alıp zamanla Ermeni tarih kaynakları içinde Dersim ve yakın çevresine adanmış çok sayıda eserin varlığını keşfetmemle gelişmiştir. Eski Ermeni izlerinin yoğunluğu yanında Kızılbaş halkının kültürel yakınlığı ve soykırım sürecinde kendini göstermiş dostluğuyla, tarihten beri süregelen özgürlük tutkusu, direniş geleneği ve dinmeyen acılarıyla çok müstesna özgünlüklerin buluştuğu Dersim bir sevda gibi beni çekmiştir. Dersim hakkında Türkçe kitapların az miktarda istisnalar hariç Ermenice kaynaklardan yoksun ve Ermeni tarihinden bihaber yazılmış olmaları da dikkate alınırsa, o kaynakların içerdiği zengin bilgileri bir şekilde derleyip çevirme ve Türkçe okuyucuların ilgisine sunmayı doğal bir görev gibi yüklenmemin sebebi hikmeti sanırım çok iyi anlaşılır. Bu benim bütünüyle bağımsız ve içten gelen bir uğraşımdır. Sözünü ettiğim koşullar başka bölge kapsamında oluşsa aynı ilgi ve araştırma çabasını o bölgenin tarihine yöneltebilirdim. Bu da neden Kayseri, Diyarbakır veya Erzurum değil de Dersim üzerine çalıştığımın izahını vermeye yeter. Şimdi ben de aynı açıklıkla şu sorunun cevabını alabilmek isterim: Bu toprakların Ermeni halkından birinin, hiç de yabancılarla dirsek teması olmadan, kimsenin hesabına çalışmadan, ilgi duyduğu bir bölge kapsamında kendi halkının yazılı kayıtlarına dayanarak tarihsel inceleme yapması, onları okuma imkanı olmayanlarla paylaşması ve tartışılan konularda görüş belirtmesi neden misyonerlik olsun? Bunu doğal bir ilgi olarak saygıyla karşılamak, hatta memnuniyet duymak ve yanlış görülen şeyler de varsa kırıp dökmeden tartışmak neden mümkün olmasın?
DERSİM TARİHİ GİBİ ÇOK KÜLTÜRLÜ BİR ALAN KİMSENİN TEKELİNDE OLABİLİR Mİ?
HDV'nin yazdıklarına bakılırsa öyle bir incelemeye de hakkım yok demektir. Ona göre Dersim tarihi yalnızca Kırmanc (Zaza) halkının tarihidir ve bir Ermeninin oraya burnunu sokmaması gerekir. Sona doğru şöyle buyurmuş: “Siz, anlamadığınız konularla uğraşmak yerine, kendi tarihinizi en iyi şekilde yazın, bizimkisini de bırakın biz yazalım”.
Burada verilen fikir basitçe “siz Ermeni tarihiyle, biz de Kırmanc tarihiyle ilgilenelim, birbirimizin alanlarına karışmayalım” diye savunulabilir. Lakin mantıksal olarak imkansızdır. Ermeni tarihi Dersim'i de kapsamıyor mu? Sanırım sorun burada yatıyor. Soruyu bir de şöyle yöneltelim: İki halkın ortak yurdu olan Dersim'in genel tarihi her ikisini de ilgilendirmez mi? Beraberce yaşanmış bir geçmişten bahsediyoruz. O geçmişin yazılı en geniş bilgileri Ermeni tarihçilerin eserlerinde bulunuyor. Bakın Dersim ve Zaza tarihini yazmaya çalışan Seyfi Cengiz kendi sözlü halk geleneğinde geçen tarihsel olgu ve figürlerin izlerini baştan sona yazılı Ermeni tarihi içinde sürüyor ve Avrupa dillerine çevrilmiş ne kadar Ermenice tarih kitabı varsa onları irdeliyor. Çevirisi bulunmayan ve özellikle Dersim çevrelerini konu eden başka Ermenice eserlerin de bilgilerini merak ediyor. İncelemelerinde yaptığı çıkarsamalar ne kadar doğru, ne kadar yanlıştır, konumuz bu değil. Çok tartışma götürür olsa da, yaptığı çalışma takdir edilecek devasa bir şeydir ve konumuz açısından şunu tanıtlıyor ki, Ermeni tarihiyle Zazaların tarihini birbirinden yalıtarak incelemek mümkün değildir. Dersim özgülünde iyice içiçe geçmiştir. Çağlar boyu soyların karışımıyla şekillenen kimlikler sözkonusudur. Kısmen bilinen, büyük ölçüde bilinemeyen, bazı belirti ve söylencelere dayanılarak hipotez düzeyinde yorumlanan şeylerdir. Seyfi Cengiz de bu yönlü bir yığın yorum yapıyor ve hatta hipotez olmaktan öte gidemeyecek bazı görüşlerini kesin tespitler gibi dile getiriyor. HDV'nin anlayışına göre onun da buna hakkı olmamalı. Dahası HDV kendi yazısında “Sizler Hiristiyan olmadan önce tamamen İrani dünyaya, yani bizim atalarımıza ait inanç ve kavramlarla yaşamaktaydınız” diye başlayıp devam eden sözleriyle kendisi de Ermeni halkının tarihini yorumlamaya çalışmış. Şu halde ne demek oluyor bize âit olan anlamadığınız konularla uğraşmayın” çıkışması?.. İyi öyleyse siz Ermenice öğrenin de kendiniz inceleyin o kaynakları. Yada büsbütün yok sayın, “ne beklenir ki, Ermeni iddiaları işte” deyip geçin diyesi geliyor insanın.
Bir bakıma budur HDV'nin yaptığı. Daha ilk paragrafta şartlandırıcı şekilde “Ermeni iddialarını irdeleyeceğiz” diye başlıyor. Sonra benim (hiç öyle bir şey söylemediğim halde) “Ermenice kaynakların tartışmasız doğru olduğunu” ileri sürdüğümden dem vurarak ve de aksine onlara çok şüpheli bakılması gerektiğini hatırlatan vurgular yaparak kendince bir önyargı yaratmaya özen gösteriyor. Ne malum doğru oldukları, gerçeğe uygun yazıldıkları, tahrifat ve abartılar içermedikleri, vb, vb... Eh, kim diyebilir ki, tarih yazımları bu tür olasılıklar içermez? Muhakkak bunlar olabilir, ama bu her dilde yazılan ve her millete ait tarih kaynakları için geçerli bir genel kayıttır. Bunun gereği de her zaman ihtiyatlı inceleme ve mümkün olduğunca çok yönlü araştırmayla bilgilerin sağlamasını yapmaktır. Ben imkan dahilinde bunu gözetiyorum. Örneğin eski yer isimlerini çok farklı kaynaklarda rastlanabilen değişik yazılımlarıyla karşılaştırmalı olarak ele almaya özen gösteriyorum. Tarihsel, dinsel, kültürel çeşitli temalara doğrudan yada dolaylı değinen Dersim konulu Türkçe kaynaklara da baş vuruyorum. Ermenice kitaplarda anlatılan herşeye gözü kapalı doğru gözüyle bakmıyor ve derlemeler yaparken abartılı bulduğum bilgi yada dayanaksız gördüğüm tezlere ilişkin ihtiyat notu düşmeyi de ihmal etmiyorum. Bunu bir yana bırakalım, konuyla ilgili Ermenice eserleri olduğu gibi çevirmek ve Türkçe okuyucuların yararlanmasını sağlamak bile kendi başına yararlı görülecek bir şey değil midir? Ha, bu sefer de “ne malum doğru çeviri yapıldığı” filan denilecekse (ki HDV bunu da eksik bırakmıyor), o zaman orijinali bildiğiniz dille yazılmış olanlar dışında hiç bir şeyi okumayın diyeceğim kendilerine.
BİR TÜRLÜ ANLAŞILMAK İSTENMEYEN ESKİ İSİMLER ÜZERİNE BİR KEZ DAHA
Sorpiyan isminin orijinal aslının Surp Ohan olduğu yalnız Ermeni kaynaklarından değil, 1530 tarihli Osmanlı haritası ve 1866 tarihli G. Taylor'un gezi notlarından da anlaşıldığı halde, HDV bunu safsata sayıyor. Bir çok ismin sonunda “sor” gibi telafuz edilen “tsor”un Ermenice dere olduğunu belirtmemi “kart-kurt teorisi” diye dalgaya alıyor. “Hopik kelimesini bir yerden Ermeniceyle ilişkilendirmek için olağanüstü gayret sarfeden Hayreni’nin, isimler ile ilgili, ciddiyetten uzak, yazdıklarını değerlendirmeye gerek bile görmüyoruz” diyor. Üstelik bunu Hopik'in her ne kadar Ermenice kırsal yöre diline girmişse bile köken olarak Kürtçe, Zazaca ve eski İran dillerine ait oluşunu kabul etmeme rağmen söyleyebiliyor. Hakikaten ciddiyetten uzak olan kimin yaklaşımıdır?..
HDV o kadar “ciddiyetli” ki, benim yazımda defalarca aynı şekilde geçen Surp Ohan ismini kendi yaptığı alıntıda “Surp Orhan”, yine onun bir varyantı olarak geçen Surp Ehan'ı da “Surp Erhan” diye aktarmış. Yani kafasındaki Türkçe çağrışımlara dönüştürmüş, hem de her defasında aynı yanlışı yaparak. Üstelik “bu kiliseden hem Erhan hem Orhan diye bahsedilmesi de ilginç” diye bir güvenilmezlik ünlemi koymuş. Anlaşılan biraz daha açıklama gerekiyor. Başka dillerdeki karşılığı Johannes, Johan, Jean vb olan o isim Ermenicede en bütünlüklü haliyle Hovhannes'tir. Bundan Ohannes, Ohannik ve Ohan'a, Hovhan ve Ovan'a, Hovag, Hovik ve Hovo'ya, Onnik ve Onno'ya kadar çeşitlenen, aynı ismin kısalımından oluşan türevler mevcuttur. Bir de bunlara kırsal yöre ağızlarında görülen ufak değişimleri ekleyin. Ohan'ın Ehan'a dönüşmesi bu kapsamda gayet doğaldır. Kilisenin orijinal kayıtlardaki ismi, atfedildiği azizin adıyla Ohan olarak okunur, ama onun yerel telafuzunu “Ehan” olarak duyanlar öyle kayıda geçebilir. Bu nedenle İngiliz gezginin notlarına Surp Ehan geçmiş. Kiliseyle bir olan köyün ismi de Osmanlı haritasında Surbehan diye yazılmış. Tamamen aynı noktadaki köy ismi son dönemlere ise Sorpiyan diye ulaşmış. Yeterince anlaşılır değil mi?
Bu konuda ikna olmazlık inadına tutulan HDV, “Surp Garabed adı ve daha onca isim değiştirilmeden bugüne kadar geldi ama her nedense telafuzu daha kolay olan Surp Orhan değiştirildi” gibi bir soru işareti daha koymuş. Örnek verdiği Surp Garabed bir köy ismi değil, Halvori'deki manastırın ismi. Tabii doğru şekilde yazılıp okunacak, çünkü yazılı kaynaklardan orijinal şekliyle aktarılıyor. Yani halkın dilinden ve yüzyılların telafuz değişiminden geçerek gelen bir örnek değil bu. Zaten Dersim'in Kırmanc halkı o manastırı “Vank kilisesi” diye bilir. Vank manastırın Ermenicesidir. Çok yerde “Venk” telafuz edilir. Surp Garabed de köy ismi olsa ve dilden dile aktarılsa kimbilir neye dönüşürdü. Nitekim Çemişgezek'in Eğin'e sınır teşkil eden yöresi Osmanlı dönemi nahiye düzeyinde “Siptoros” diye kayıtlara geçmiş ve öyle anılmıştır. Aslı ise Surp Toros'dur ve o yöredeki eski bir kilise yada manastırin adından gelir. Yine Kemah-Erzincan arasındaki Surp Sarkis Vank'ın adı Osmanlı haritasında Vank-i Sipserkis diye okunuyor. Hayret edilecek ne var, Türk nüfus memurları insanlarımızın isimlerini bile nüfus kağıdına yanlış kaydediyor ve örneğin sizin değiştirilmediğini söylediğiniz Garabed'i bazen rencide edecek şekilde “Karabit” yazdıkları bile oluyordu.
GAĞAND-GAĞAN VE PAVLİKYANLAR BAĞLAMINDA DOĞRULAR YANLIŞLAR
Benim “herşeyi Ermeniliğe ve Ermeniceye bağlama dürtüsü” ile hareket ettiğimi ileri süren HDV'nin asıl kendisi ters yönlü bir saplantı içinde olup, Dersim'de adeta hiç birşeyin kökeninin Ermeni olamayacağı mesajını vermeye devam etmiş. Yer isimlerinden bazı ortak geleneklere kadar her konuda bu refleksi görüyoruz. İşte bir tanesi daha, üstelik benim hiç değinmediğim durumda kendiliğinden gündeme getirdiği bir itiraz: “Gağanın bize Ermenilerden geçtiği hep belirtilir. Ermenilerin “gağand”ı Kırmanccada gağan oldu denir. Bu sadece ses benzerliğinden kaynaklanan tamamem manipulasyona dayalı bir yaklaşımdır. Bu ritüelde İrani olup 'Gahanbar' adıyla bilinir...”.

Peki Gağand ile Gağan arasında sadece ses benzerliği mi var? Her ikisi de yeni yılı karşılayan kutlamalar değil mi? Bildiğim kadarıyla öyledir ve aynı zaman periodu içinde gerçekleşiyor. Ermenilerde 31 Aralık-1 Ocak gecesi kutlanır, Dersim'in Gağanı ise Aralık sonu ve Ocak başındaki günlere yayılan daha uzun bir kutlama. Buradaki üç günlük oruç en önemli farkı oluşturuyor. Khal Khek oyunu da bir özgünlüktür. Ama uzun sakalları, asası ve heybesiyle oyunun baş aktörü olan bu figür Ermeniler'deki hediye dağıtan Gağant Baba ile benzerlik arzeder. Yani ritüeller farklılaşsa da ortaklaşan yanlar vardır. Buna karşılık referans verilen Gahanbar'ın daha fazla benzerlik arzeden yanı nedir? Merak edip internette aradım, hem İran'daki Gahanbar, hem de Hindistan'daki Gahambar'ın yılda altı defa farklı motiflerle tekrar eden beşer günlük kutlama ve ritüellere verilen genel isim olduğunu yazıyor. Bu altı periyoddan biri kış ortası ve Ocak ayı başına gelse de sanırım anlamı farklıdır. Çünkü Hint-İran geleneğinde yılbaşı olarak 21 Mart kabul görüyor ve zaten altı festivalin sonuncusu da 16-21 Mart arası yapılıyormuş. HDV ayrıca o ismi ikiye ayırarak “Dersim’de hem gağan hem de bar (örneğin bare bijeku) ritüeli vardır” diyor. Bu iki kelime çok ikna ediciymiş gibi başka bir izahat yapmıyor. Daha ilginci bir yerde o geleneği kesin ifadelerle İran'a bağladıktan sonra başka ihtimal de gösterme ihtiyacı duymasıdır: “Ayrıca Dagan adında Sümer bereket (God of grain) tanrısı olduğunuda belirtelim. Dersim’de ki gağan da buğday ile yapılan ritüeller ile ölüler için yapılan ritüleller bu geleneğin kimden kime geçtiği konusunda sanırız yeterli ip uçları veriyor.” Şimdi bu ifadeden ne anlayalım? Dersim'deki Gağan İrani mi, yoksa Sümerler'in mirası mı? Yada biri aklınıza yatmazsa ötekini kabul edin mi demek istiyor HDV? İyi de ihtimaller birden fazlaysa neden onlardan biri de Ermenilerin Gağand'ı olmasın?
O ihtimale peşinen karşı olduğu gibi, eğer birinden birine geçmişse bunun tersi yönde düşünülmesi gerektiğini ima ediyor. Fakat ne yazık ki Gağand kelimesinin eski ve yeni İran dilleriyle bir ilgisi yok. Konusunda uzman olan Hraçya Acaryan'ın Ermenice Etimolojik Sözlüğü'nde bu kelimenin orijini Latince “calendae” (yılın girişi) olarak açıklanıyor. Oradan bir çok batı dillerine ufak farklarla geçen ve yılbaşı yada yeniyıl anlamıyla yerleşen kelime Yunanca “kalanda” üzerinden Ermeniceye girmiş. Dışardan ödünç alınan kelimelerdeki “L” sesleri Ermenicede genellikle “Ğ”ye dönüştüğü için bu kelime de Gağand biçimini almıştır. Batı Ermenicesinde telafuzu Gağant'tır. Dersim'deki Gağan isminin de içiçe yaşanılan Ermeni halkından geçmiş olması pekala muhtemeldir. Kaynağı belirsiz kaldığı durumda iddiacı olmak doğru değil, ama aynı ihtiyatı tersi yönde kanaat belirtenlerin de göstermesi gerekir.Ardından Pavlakilik ile Kızılbaşlık arasındaki muhtemel bağları değerlendirmeye gelince, bu defa da Pavlikyanların eski İrani geleneklere bağlı olduklarını ve Ermeni kilisesinin onlara zulmettiğini belirterek aslında her ikisi de Ermeni kimlikli olarak bilinen karşıt eğilimlerden verili durumda ezici olanı hiç kuşkusuz Ermeni, mağdur olanı ise muhtemelen gayrı-Ermeni göstermeye çalışmış HDV.
Pavlikyanlar'ın ve başka alternatif inanç akımlarının Ermeni kilisesi tarafından şiddetle yok edilmeye çalışıldığını inkar edecek değilim. Her ulusun tarihinde olduğu gibi Ermenilerin tarihinde de gurur duyulmayacak veya lanet edilecek şeyler vardır. Ermenistan'da Hristiyanlığı resmi din olarak ilan eden Aziz Grigor ile Kral Tırdat'ın eski çoktanrılı inanca ait tapınakları ve sair eserleri yerle bir etmeleri aynı şekilde acı verici bir durumdur. Hristiyanlığa bağlanan ve inananların İran tarafından Mazdeizm dayatmasıyla gelen saldırı ve istila karşısında ölümüne direnmeleri saygı duyulacak bir eylem iken, kendi içlerinde gelişen muhalif inanç akımlarını zorbalıkla ezmeleri ise tersine kınanacak bir eylem olmuştur.
HDV “Ermenilerin gurur duydukları kiliseleri...” yada “Sizin övünerek sahip çıktığınız 1700 yıllık kiliseniz...” diye başlayan olumsuzlamalarıyla sanki Ermeniler arasında kilisenin tarihsel rolüne eleştirel bakanlar olamazmış gibi bir yargı yürütmüş. İma ettiği gibi bütün Ermeni tarihçiler Pavlikyanları kötüleme ve onlara yapılanları mübah gösterme eğilimiyle yazmış değiller. Kiliseye bağlı ve onu yüceltme duygusuyla hareket edenlerin tutumu böyle olmakla beraber, o dönemleri inceleyen farklı görüşlerden Ermeni tarihçilerin Pavlikyanlar, Tondrakyanlar ve daha onlardan önceki Manikelik, Borboritlik, Mıdzğınelik gibi heretik akımlar hakkında objektif değerlendirmeleri de mevcuttur. Bu doğrultuda en kapsamlı çalışmalardan birini yapan Stepan D. Melik-Bakhşyan “Ermenistan'da Pavlikyan Hareketi” adlı eserinde sözkonusu akımların felsefi özellikleri yanında feodalizme karşı sosyal direniş muhtevasını da tahlil eder ve onları ezmeye çalıştığından dolayı kiliseyi yerden yere vurur. Yalnız o akımların ezilmesinde esas güç dönemin Batı Ermenistan'ına da hükmeden Bizans İmparatorluğudur. HDV “Bizans’ın yardımı ve desteği ile Ermeni kilisesinin acımasız takibine ve katliamına uğramışlar” diyerek esas ve tali unsurları birbirine karıştırıyor. Daha önemlisi, ezici taraftakilerin Ermeniliğine şüphe kondurmazken ezilen taraftakilerin kimliğini imalı şekilde tartışma konusu ediyor. Genel bir bakışla tarihsel Ermenistan'da değişik etnik grupların olması ve ayrıca Ermeni kimliğinin gerisinde yer yer farklı kökenlerin de bulunması çok doğaldır. Dersim'deki Zaza halkının atalarından bir kısmının o dönemler yine bu çevrelerde yaşayan İrani soylardan olabileceklerine itirazım yok. Ama konunun bu yanını netleştirme bakımından halk tabakaları için kayıtlarda pek birşeye rastlanmazken, devrin politik ve dinsel yöneticilerine ilişkin daha somut veriler mevcuttur. Ermenistan'da Hristiyanlığı ilan edenler ile halefleri arasında Part ve Pehlevi kökenlilerin az olmadığı o lider şahsiyetler hakkındaki yazılı kayıtlar sayesinde biliniyor. O halde neden onların değil de özellikle muhaliflerinin İrani olabilecek yönlerine dikkat çekiliyor? Sizin atalarınız bizim atalarımıza zulmetmiş demeye getirmek için mi? Bu özgülde doğru yaklaşım ortak yaşanmış tarihin iyi ve kötü yanlarıyla da ortak atalarımıza ait olduğunu düşünmektir diyebilirim.
Yazının bu bölümlerinde sıkça yapılan siz-biz vurgusu ve iki halkın inançlarını taban tabana zıt gösterme durumu da sağlıklı değil. Ermeni kilise yönetiminin kurumsallaşan bütün dinlerdeki ruhani üst tabaka gibi ezici roller oynamış olmasından dolayı, Hristiyanlığın hümanist özüne bağlı halk yığınlarının inancını ayrı tutmayacak şekilde bir bütün olarak o dini “despotik ve hegamonyacı” saymak yanlıştır. Sonuçta Pavlikyan akımı da eski inancın doğaya ve insana dönük değerleri yanında Hristiyanlığın ilk çıkışındaki hümanist özünü sahiplenerek, onun sonradan kurumsallaşan yapısına karşı çıkmış, hiyerarşisine ve ayrıcalıklarına başkaldırmış, İsa'nın katledilme aracı olan haça tapınmayı reddetmiş, inancın kilise gibi özel mekanlara ve aracılara gerek olmadan kişiden tanrıya doğrudan iletişimle yaşanmasını savunmuş, dinin sosyal adaletsizlikleri sürdürmenin örtüsü haline getirilmesine isyan etmiştir. Bizans İmparatorluğu'nun doğu hattında Divriği merkezli gelişen, kuşkusuz Dersim'i ve başka bölgeleri de saran hareket, 870'lerde Divriği'yi harabeye çeviren kanlı yöntemlerle ezilir. Daha esaslı dağıtmak için bir kaç dalga halinde imparatorluğun doğu bölgelerinden Balkanlar'a önemli bir nüfus sürgün edilir. Ancak ölmesi umulan akım bu defa Balkanlar'da canlanır, değişik isimlerle yüzyıllar zarfında güney-batı Avrupa'ya kadar yayılır. Çok sonraları Hristiyanlıkta reform olarak doğan Protestanlığa kaynaklık ettiği düşünülen bu akımın, Küçük Asya ve Balkanlar'da şekillenen Aleviliğe ve özelllikle Dersim ve Koçgiri'deki Raa Haq inancına esaslı bir maya olduğu da tahmin edilebilir. Dersim'de Gregoryan kiliseye bağlı Ermeni halkıyla Kızılbaş Zaza ve Kürt komşuları arasındaki kültürel yakınlık iyi incelenirse eski Pagan yada Zerdüşti doğa inancı ile Hristiyanlığın hümanist özünün her ikisinde az çok ortaklaşan yönler olduğu görülür. Raa Haq inancının da kendine özgü bir dinsel organizesi, pirleri dedeleri ve talipleri olmakla beraber merkezi politik ve ruhani kurumlardan bağımsız gelişimiyle daha açık, esnek ve hoşgörülü bir kültürel şekillenme sağladığı doğrudur. Ama bununla övünülürken bizlere “hegamonyacı dini terbiye almış kişiler” gibi önyargılarla bakmanın ve itici davranmanın öyle bir özle ne kadar bağdaştığını da arkadaşların düşünmelerini isterim. İnsanların bakış açılarını oluşturan salt içinden geldikleri toplumun kültür ve gelenekleri değil, yaşam boyunca farklı ortam ve akımlardan aldıkları, toplumsal pratikten edindikleri değerlerin toplamıdır.
SÖYLENMEMİŞ ŞEYLERDEN DERSİM ADINA ÇIKARILAN YERSİZ HAKARET ALGILARI
Bu nokta aslında ilk baştaki misyonerlik ithamıyla ilgiliydi, ancak sona doğru başka konularla da bağlantılı olduğundan bu arada ele almayı uygun buldum.
HDV adına yazan(lar) benim yazdıklarım üzerinden değil, kendi tahayyülleri üzerinden fikir yürütmüş. Yazımın hiç bir yerinde kendilerine genel anlamda “cahil” ithamı yapmış değilim. 1915 öncesi Dersim'deki Ermeni varlığını hiçe yakın göstermelerini “biraz bilgisizlik, biraz da öyle görme eğiliminden kaynaklı subjektif bir yargı” olarak eleştirmiştim. Yine aynı konuda Molineux-Seel'den yaptıkları gayet seçici alıntıyı belge istismarı olarak değerlendirmiş ve sonuç diye ortaya koydukları şeylerin “yalnızca niyetlerini ele veren değil, konunun cahili olduklarını da gösteren bir karikatür sergisi gibi” olduğunu yazmıştım. Bu son cümlenin biraz ağır olduğu doğrudur. Yazımdaki duygusal çıkışlardan ve kırıcı olabilecek ifadelerden dolayı özür dilerim. Ama söylemediğimi söylemiş gösterip “bakın nasıl hakaret ediyor” havasına sokulması ayıptır.
Böylesi durumlarda ciddi olan eleştireceği cümleyi olduğu gibi aktarır ve onun üzedinden ne diyecekse der. Okuyucu da objektif zeminde kendi kanaatini yürütür. Burada yapılan nedir? Çok somut olarak tartıştığımız bir konuya atfen, özellikle de araştırmadan iddiacı konuştukları için “konunun cahili” olduklarını söylemişim, arkadaşlar bir bütün olarak “cahil” dediğimi varsaymışlar. Üstelik bunu yalnız kendilerine değil, genelde Dersim halkına yönelik bir aşağılama gibi yansıtmışlar. Bunun üzerine de bana yakıştırmak istedikleri “ukala misyoner” imajını inşa etmişler. Bu yazılar belli zaman aralıklarıyla ve birbirinden bağımsız yayınlanıyor. Kendi yazılarını okuyan biri benim önceki yazdığımı okumamış olabilir. Okuyanlar da herşeyi hatırında tutamaz. Bu durumda söylenenleri farklı yansıtarak, hele de bir kimliğe yönelik toplu saldırı havasına büründürerek insanları tepkiye sevketmek kolaydır. Ama ahlaki değil.
Şu kinayi sözlerin hiçbiri ciddi bir mesnete dayanmıyor:
“Hayreni’nin akıl verici tarzı tüm yazısına hakim: hemşerilik ilişkilerimizden tutun, vakıf üyelerini göreve çağıran tutuma varana kadar değerlendirme yapma hakkını kendinde görüyor ve bize “cahil” deme cüretini de gösteriyor...”
“Bizi Türk sisteminden etkilenmiş olarak niteleyen Hayreni, dönüp yazdıklarını iyi bir okursa kimin Kemalist gelenek uzantısında kime zorla bir yakıştırma yaptığını görecektir. Sizlerin gözünde ne kadar cahil olsak da, başka bir topluma tarih yazacak kadar kaba ve hakaret sahibi asla olmadık...”
“Sayın Hayreni vakıf adına açıklama yapılmasından, Dersimin Dersim üzerinden tarif edilmesinden bir hayli şaşkın. Eski alışkanlıklardan olsa gerek, bir yabancı olarak bir taraftan nasihat veriyor, bir taraftan hakarat ediyor, bir taraftan da aklı sıra aba altından sopa gösteriyor...”
Evet, bunların hepsi de alıntısız ileri sürülen zorlama ithamlar. Ben öyle bir yazıyı vakıf adına yazmalarını sorunlu görmüş, üyelerinin hemfikir olmayabileceğini ve yanlışların kuruma mal edileceğini hatırlatarak sorumluluk duyurmaya çalışmıştım. Buradan üyeleri vakıf yönetimine karşı kışkırtma gibi anlamlar çıkartılması doğal değil. Hele de “aba altından sopa gösterme”yi çağrıştıracak ne bulmuşlar, bunu hiç aklım almıyor. Bu kadarı gerçekten çok aşırı ve düpedüz iftira kapsamına girer.
DERSİMLİLERE FARKLI KİMLİK YAKIŞTIRMAYA ÇALIŞTIĞIM DOĞRU MU?
Yazımın hiç bir yerinde iddia edildiği gibi Dersimli Alevi Kırmanc (Zaza) ve Kurmanç (Kürt) kimliğini tanımama, ona farklı bir kimlik yakıştırma çabası da olmamıştır. HDV bu yönlü iddiasını benim eski göçler yanında bazı kimlik değişimlerinin de yaşandığına dair belirtilerden bahsetmeme dayandırıyor. Özellikle 1600'lerin başında Celali isyanlarının ve onları bastırmaya yönelik Yeniçeri harekatlarının yaşandığı dönem, çatışma ortamından ve iki taraflı talan saldırılardan mağdur olan Ermenilerin Kemah-Erzincan taraflarından batıya göç ederken, Cimin yöresinde Türk-Müslüman kimliğine dönüştüklerinin anlatıldığını belirtmiş, ardından “Dersim içlerinde ise o dönem yoğun olan Ermenilerin bir tür korunma güdüsüyle önemli oranda Aleviliğe geçiş yaptıklarına ilişkin belli rivayetler var” demiştim. Rivayet, adı üstünde; belgeli olmayan, nesilden nesile, dilden dile aktarılarak gelen muğlak anlatım demektir. Rivayet edilen bir şey doğru da olabilir, yanlış da. Küçük bir olgudan hareketle büyütülmüş de olabilir, hayli yaygın bir gerçeklik de. Şimdiye kadar incelediğim kaynaklar Der Simon isimli dini liderin öncülüğünde belli bir Ermeni nüfusun Aleviliğe geçtiği söylencesi dışında pek somut bilgiler vermediği için kendim net bir kanaate sahip değilim ve ihtiyatlı bakıyorum. Dersim Ermenileri Etnografyası isimli kitabında bu konuyu işleyen Kevork Halacyan bazı seyitlerle olan sohbetleri ve gözlemlerine dayanarak onların kendi dedelerinden miras çok sayıda el yazması Ermenice eserleri titizlikle sakladıklarını belirttiği gibi, Dersim isminin de bu söylencedeki Der Simon'dan gelmiş olabileceği üzerinde duruyor. Tabii ki bunlar kanıtlanabilir olmadığı ölçüde güvenilirlikten uzak bilgi, kanaat ve yorumlar olarak kalır.
Yalnız HDV mantıki açıdan “Osmanlının baskısı sonucu Ermenilerin Aleviliğe dönmeleri onların yok olma tehdidine karşı bir koruma oluşturmaz ki. Yok olmaktan kurtulmak isteyen bir toplum neden kendisinden önce yok edilmek istenen bir toplumun kimliğini alsın ki?” diye itiraz ederken tablonun bütününü görmekten uzak konuşuyor. Öncelikli belirtmeliyim ki, Celali isyanlarının ve çatışmalarının yaşandığı dönem çok karışıktır. Farklı bakış açılarından rollerin ve yorumların da farklı olacağı dikkate alınarak çok yönlü kaynaklar üzerinden iyi incelenmesi gerekir. Celali isyanlarının hem sosyal, hem de dinsel ve siyasal muhtevaya sahip olduğu şüphe götürmez. Osmanlı'nın ağır vergileri ve dini temeldeki zulümleri karşısında Kızılbaş kitlelerin haklı tepkileriyle doğmuş bir direniş hareketi olduğu anlaşılıyor. Ancak yayılarak büyüyen gelişimi içinde pek çok liderlik ve grupların kendi karşıtları gibi yerleşik halka zarar veren çapulcu zalimlere dönüştüklerini gösteren tanıklıklar var. Dönemin tarihçi, kroniker ve gezginleri (Krikor Daranağtsi, Arakel Tavrijetsi, Simeon Lehatsi, vb.) çatışmalar boyunca devletin çok kıyıcı davrandığı gibi isyancıların da önlerine gelen kasaba ve köylerin yerleşik halklarına yönelik yağma-talan saldırıları yaptıklarını, yakıp yıktıklarını, bu saldırılardan en çok Ermeni ve diğer Hristiyan halkların mağdur olduklarını, o nedenle toplu kaçış ve göçlerin yaşandığını, tarlalar ekilemediği için muazzam bir kıtlık başladığını, olağanüstü zorluklar çekildiğini anlatıyorlar. Göçebilenlerin göç ettiği o hengamede bazılarının da din değiştirerek kendini güvenceye almak istedikleri dikkete alınırsa, bu dönüşümün kimi düzlük çevrelerde Yeniçeri zulmüne boyun eğme ve devlet otoritesine sığınma anlamında Müslüman-Türk kimliğine yönelirken, Dersim gibi devlet otoritesinin zayıf olduğu dağlık bir alanda ise Celali saldırılarından korunmak için daha güvenli ve aynı zamanda kültürel olarak daha kendine yakın görülen komşu halkın Alevi-Zaza kimliğine meyletmiş olması mümkündür.
Yani Der Simon söylencesi mantıksal yoldan bir çırpıda ihtimal dışına itilecek bir şey değil. Yine de gerçekliğin ne olduğunu bilemediğim ve kuşkuyla yaklaştığım için yazımda bu yönlü bir rivayetin varlığını belirtmekten öteye yorum yapmamış, ayrıca daha eski çağlardan beri iki halk arasında soy karışımları ve kültürel etkilenmelerin olduğunu söylerken de bunu tek taraflı düşünmediğimi ve amacımın bu konular etrafında spekülasyon yapmak olmadığını özellikle belirtmiştim. Bu kadar ihtiyatlı değinmeleri “bir kimliğe farklı kılıflar giydirmek” veya “bir halka tarih uydurmak” gibi ithamlarla karşılamak hiç normal değil.
HDV “Sizin halk kültürünüz ve dilinizde İrani izlerin yakın bir zaman öncesi bile ne kadar güçlü olduğunu tespit eden bir çok çalışma mevcut. Madem bizim tarihimize bu kadar meraklısınız, biraz da kendi tarihinizi bu açıdan yeniden okumanız iyi olacak” derken galiba benim Ermeni kimliği ve kültürünün şekillenmesinde İrani unsurların rolünü inkar edeceğimi sanmış. Tersine bunu ciddiye alıyorum. Zaten yazımda Ermeni kimliğinin oluşumuna değinirken “Zaman içinde hanedanlık evlerine katılan Partlar başta olmak üzere İrani soyların da Ermeni kimlik şekillenmesine önemli etkileri olmuştur” diye bir cümleyle olsun belirtmiştim. Soy karışımlarını ve etkileşimleri kabullenme yönünde sıkıntısı olan ben değilim. Ama HDV tarih içinde bazı İrani kavimlerden Ermeniliğe geçişlerin olmasını çok doğal görürken daha sonraları da Ermenilikten Alevi Zaza kimliğine dönüşümlerin olması ihtimaline ateş püskürüyor, bunun ihtimal dahilinde dile getirilmesini bile kendi kimliğine yönelik mütecaviz bir tavır gibi suçluyor. Aynı hassasiyetle bakılsa o zaman kendisinin Pavlikyanlar ve daha eski Pagan inancına sahip Ermeniler üzerine yaptığı yorumlar ve özellikle “bizim atalarımızın kültürel ve inançsal etkisi altındaydılar” deyişi de öyle görülür. Fakat ben öyle bakmıyor ve Nairi-Urartu süreçlerinden beri İrani kavimlerle karışmaktan gelen o etkileri doğal karşılıyorum. Öte yandan Hristiyanlık öncesi ve sonrası Ermeni kültürünü etkileyen tek faktör İrani akımlar değil, aynı zamanda Küçük Asya, Balkan, Kafkas ve Mezopotamya coğrafyasındaki çeşitli kavimler, uygarlıklar ve onların felsefi akımları olmuştur. Dünyada ne saf bir soy bulunabilir, ne de herşeyi tek damardan gelen saf bir kültür.
Nihayet bir de şunu vurgulamakta yarar görüyorum: Bir halkın bünyesine geçmişte farklı soylardan katılanlar ve etkileri ne kadar olursa olsun, sonuçta kimlik açısından önemli olan o halkın bugün kendini ne olarak hissettiği, nasıl tanımladığıdır. Bunu filan soydan geldikleri yönünde kuvvetli belirti ve kanaatlerin bulunduğu, fakat yaşam tarzı ve kültürel formasyon olarak ayırt edilemeyecek kadar kaynaşmış ve kendini farklı görmeyen kesimler için de geçerli olarak belirtiyorum. Nasıl ki Ermeni tarihinde Arşaguni hanedanlığını kuranların Part soylu veya Pakradunilerin Yahudi kökenli oluşu onların sonraki nesillerinin Ermeni kültürüne adapte olarak bu kimlikle bütünleştikleri ve artık kendilerini Ermeni olarak tanımladıkları gerçeğini değiştirmezse, Dersimli Zaza ve Kürtlere karışmış olması muhtemel Ermeni kökenliler ve torunları için de bu böyledir. Yalnız en yakın ve iyi bilinen örnekler, yani 1915 sonrası dönüşüm yaşamış ve kendi dedelerini Ermenice isimleriyle hatırlayanlar daha özel bir durum arzeder. Bunlar içinde kendi öz kimliğini geri kazanma arzusunun az yada çok canlı olması yadırganamaz. Muğlak olan daha eski dönüşümler açısından ise kimsenin endişe etmesine gerek yok. Kendi içinde öyle bir duygu taşımayan insanlar dışardan birilerinin telkin ve çabaları ile “vay biz aslında Ermeniymişiz” diye kimlik değiştirme yolunu tutacak değildirler. Ermenistan veya diasporadan milliyetçi çevrelerin bu hususları abartarak istismar etmeye çalışmaları mümkün olsa dahi, konuyla ilgili konuşan her Ermeniye böyle bir önyargıyla bakılması yanlıştır.
HDV devamla ülkenin başka yerlerindeki dönmelik olgularını hatırlatarak “Buralardaki soydaşlarınızı bulup çıkarma (...) yerine, sizlerle göreceli olarak en az sorun yaşamış Alevilerle uğraşmanın ötesinde hakaretler etmeniz neyin gereğidir acaba, anlamak kolay değil” diyor. Halbuki doğru anlama duyarlılığıyla okusa zorluk olmazdı. Bu kadar yanlışın neresini düzelteyim? Birincisi benim derdim şurdan burdan soydaşlar bulup çıkartmak değil. İkincisi Alevilerle uğraşmak gibi bir niyetim yok ve onlara hakaret ettiğimi söylemek ayıptır. Üçüncüsü, eğer Dersim'de kimlik dönüşümlerinin bir nebze bahsini ettiysem bunu Dersim'in geçmişindeki Ermeni varlığını son derece küçümseyen kendi yaklaşımları gerektirdi. Yazımda Cimin, Eğin ve Çemişgezek gibi çevrelerde Türk-Müslüman kimliğine dönüşenlere de değinmiştim. Daha uzak ve ülke genelindeki örneklerden söz etmeyişimin nedeni, tartışma konumuzun Dersim'le sınırlı olması ve ayrıca başka bölgeler üzerine özel bir araştırmamın olmamasıdır. Ama çok genel anlamda bir şey demek gerekirse, hem Osmanlı yönetiminin dönem dönem dayatmaları ve hem de 1915 soykırım uygulamaları sonucu bir çok bölgede din değiştiren ve kimliğini kaybeden Ermeniler olmuştur. Bunu da söyleyince ülke genelinde Müslümanlarla mı uğraşmış sayılacağız?
DERSİMLİLERİN ERMENİ KIRIMINDAKİ TAVRINA İLİŞKİN GÖRÜŞÜM TEPETAKLA EDİLMİŞ
Arkadaşlar kafalarına göre Dersim'e ilişkin bir “resmi Ermeni tezi” uydurmuş ve benim de o tezin sözcüsü olduğumu ileri sürmüşler. Güya yazımda “Dersimililerin organize bir şekilde Ermeni kırımına iştirak ettiklerini” savunmuşum!?.. Bu kadar ciddi bir şeyi öne sürenin ispatlayabilmesi gerekir. Bu anlama gelecek bir tek cümle bile gösteremezler. Yaptıkları tek alıntı yine görüşümün bütünlüğünden kopararak cımbızladıkları “iç Dersim'deki Kırmanc aşiretlerin sürgünleri önlemeye yönelik aktif bir çabası olmayıp” şeklindeki bir satırdan ibaret. Devamında “ancak çevrelerden kaçarak iç bölgelere sığınan Ermenileri aralarında saklama ve daha sonra Rus denetimine giren Erzincan'a geçişlerine aracılık etme gibi olumlu rolleri olmuştur” deyişimi ise yok saymışlar. Dersim'de ağır basan bu koruyucu rolü başka yazılarımda örnekleriyle hakkını vere vere genişçe işlemiş olduğum halde tam tersi bir görüşle itham edilmek ağırıma gidiyor. Yapılan alıntı cümlenin bütününden kopuk haliyle bile Dersimlileri suça ortak gösterme anlamına gelmez. “Dersim’in bu sürgünleri önleyebilecek bir gücü olduğunu düşünebilmek ve bunu yapmadıklarını söylemek ya Dersim’i bilmemektir ya da bilerek Dersim’i zan altında bırakmaktır” diyen HDV'ye 1916'da Dersimlilerin Ovacık'tan Harput'a kadar uzanan silahlı başkaldırısını hatırlatmak isterim. Ermenilere yapılanları gördükten sonra gündeme gelen bu gecikmiş hamlenin daha erken ve onların direniş güçleriyle birlikte hayata geçirilememiş olması iki taraflı eksiklerle değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Bu konuya ilişkin görüşlerimi de başka yazılarda açmış olduğum için farklı temalar üzerine tartıştığımız o yazıda ayrıntıya girmedim. Şimdi gördüğüm haksız itham karşısında eski yazdıklarımdan bir kaç pasaj aktaracağım:
“Dersim içlerinde Hozat, Kızılkilise, Mazgirt gibi merkezlerden de sürgüne çıkarılanlar olduğu biliniyor. Devletin elinin uzanabildiği ölçüde kısmi bir tasfiye yaşanmış. Ovacık-Mameki arası stratejik bölgeye pek dokunulamamış. Anlatımlardan çıkan sonuç, Dersimli aşiretlerin ilk başta ne kadar yok edici bir yönelim olduğunu da kestiremediklerinden Ermeni dostlarına aktif sahip çıkmada çekimser kaldıklarıdır. Yer yer silahlı güçleriyle sürgüne engel olmaları mümkün iken buna yeltenmez, ama devlete yardımcı olmaktan da geri dururlar. Bu durum Dersimli Kızılbaşların Osmanlı-Rus savaşındaki tarafsızlığıyla paralellik arzeder. Dersim aşiretleri kendi yarı-bağımsız bölgelerini savunma dışında bir şeye yanaşmaz ve orduya asker vermezler...
Tehcir mağduru Ermenilere bireysel planda sahip çıkma örnekleri ülkenin dört bir yanından gösterilebilir. Ender bazı yerlerde aşiret veya sülale halinde, bir ağanın yada beyin ağırlığını koymasıyla koruyucu davrananlar da olmuştur. Ama bölge olarak kapsamlı korumanın yegane örneğini verebilen Dersim’dir. İç Dersim’in yarı-bağımsız konumu bunun için elverişli bir zemin oluştururken, Kızılbaş-Zaza-Kürt aşiretlerin eskiden beri Ermenilerle iyi olan ilişkileri ve mazlumu kayırmaya yatkın hümanist özellikleri çekim merkezi olmasını sağlar. Bu sayede sürgünden kaçan yakın çevrelerin Ermenileri Dersim içlerine sığınma imkanı bulur, bir yıl kadar güvendikleri aşiretler arasında korunur, sonra çokları halkın yardımıyla Rus denetimindeki Erzincan’a geçer ve Rusların savaştan çekilmesini takiben Ermeni gönüllü birlikleri eşliğinde Kafkas bölgesine ulaşırlar. Bu şekilde kırımdan kurtulan Ermenilerin sayısı hakkında değişik kaynakların verdiği rakamlar 10 bin ile 30 bin arasında değişiyor.
Dersimliler 1915'te Ermenilerin başına getirileni görünce, ileride kendilerini de bekleyen tehlikeleri hissederek savaş ortamında konumlarını güçlendirmeye yönelir ve 1916 baharında Ovacık'tan Hozat'a Mazgirt'e, Elazığ'a kadar askeri baskınlar verirler. Bu harekete sığınmacı Ermeniler ve yerli Mirakyanlardan da katılanlar olur. Ordunun karşı taarruzu üzerine dağlara çekilerek direnirler. Bu dönem Erzincan tarafındaki Ermeni grupların komutanı Govduntsi Murad Dersimli Kürtlerle birlik arayışına girer. Ancak görüş ayrılıkları ve anlayış eksikliği nedeniyle anlaşamazlar. Çok önceden sıkı bağlar geliştirilmiş olsa bu dönem her iki halkın kaderi birlikte daha iyi çizilebilir, Ermeni jenosidi geniş bir çevrede önlenebilir, savaş sonu bölgede bağımsız federatif bir yapı ortaya çıkabilirdi. Ermeni devrimci hareketinin önderleri Dersim’le işbirliği geliştirmenin müstesna önemini kavrayamadıkları gibi Dersim’ in izole durumu da bu yönlü bir gelişme şansını zorlaştırmıştır”. (ERMENİ SOYKIRIMI VE DERSİM'İN BAĞRINA SIĞINMA : 1915'den 1938'e Kader Ortaklığı).
İsteyen bu konuşma metninin Jarudiyar'da yayınlanmış bütününü şu adreste okuyabilir: http://www.jarudiyar.com/dersim/dersim-ermeni/72-ermen-soykirimi-ve-dersmn-barina-siinma-1915den-1938e-kader-ortakl.html
HDV “Dersim’de Ermeniler aleyhine münferit olaylar olmuştur. Bunu kimse inkar etmiyor ve edemez. Ama bu münferit olayları organize bir şekilde yapılmış gibi göstermek bizim kabul edecegimiz bir durum değildir” diyerek yine sanki ben aksini söylemişim gibi davranmaya devam etmiş. Kuzeyde ve doğuda bazılarının devlete milis olarak yedeklendiğini belirtmiştim. Bundan Dersimlilere yönelik genel bir suçlama anlamı çıkıyor mu? Organize tabirini de ben kullanmış değilim, ama milislik yapan bazı aşiretler için söylenebilecek olsa bile bunu da Dersim geneline mal etmeyi doğru bulmam. Sonuçta HDV beni suçlayıcı gösterirken kendisi mesnetsiz suçlayıcılık yapmıştır.
1915'İN 1938'E İZDÜŞÜMÜ NEDİR, NE DEĞİL?
Devamında benimle “aynı yönde” iddialar getirdiklerini belirterek ve “tesadüf mü” diye bir ünlem koyarak çeşitli haber ve makalelere atıfta bulunan yazar, Dersim 38'e ilişkin yeni bir “Ermeni tezi” geliştirildiğini öne sürüyor: “Yeni Ermeni tezine göre 1938 Dersimlilere yapılan bir soykırım değildir; 1915 Ermeni kırımından kurtulupta Aleviliğe dönen Ermenileri yok etmek için veya Dersimlilerin 1915 harekatında Ermenileri saklamalarından dolayı yapılmış bir harekattır” diyor.
Sözü edilen haber ve makaleleri araştırdım. Bir tanesi dışındakileri bulup gözden geçirdim. HDV'nin üç cümlede özetlediği türden bir tez göremedim. Tahmin ettiğim gibi yazılanlardan farklı anlam çıkartma yoluyla yapılmış kötü bir yansıtma sözkonusu. Aşağıda onlara da değinmek üzere önce ortak gösterildiğim konuda kendi bakışımı özetleyeceğim.
Devletin 1938'de yaptığının Dersimlilere yönelik soykırım olduğu konusunda hiç bir şüphem yok. Yukarda referans verdiğim konuşma metnine bakılırsa görülür. Yine aynı yerde devletin Dersim'i öyle topyekün mahfetmeye yönelmesinin nedenlerine de değinmiştim. Evet Dersim sorunu Osmanlı'dan beri vardı. Temelini de devletin İslami karakteri ile uyuşmayan kendine has Kızılbaş kültürü ve özerk yaşama arzusu belirliyordu. Cumhuriyetin “laiklik” özenmesi Dersim'e düşmanca bakışın özünde bir şey değiştirmemişti. Kemalist yönetim bir türlü hizaya getiremediği ve “çıban başı” olarak nitelediği Dersim'i toptan imha yoluyla bitirmek için fırsat kolluyordu. Ermeni faktörü olmasa da kendi etnik-kültürel yapısı ve biat etmeyen muhalif karakteriyle Dersimliler hedefti. Kim bunu gözardı ederek 1915'te Ermenilerin korunmuş olması ve daha sonra da bir kısmının burada yaşamaya devam etmesini 38 felaketinin yegane sebebi gibi gösterirse gerçeği çarpıtmış olur. Ben bunun tek olamayacağı gibi esas faktör olduğunu da düşünmüyorum. Ama esas olan Dersim sorunu yanında bu faktörün de Dersim'e biçilen faturayı ağırlaştırıcı bir rol oynadığı görüşündeyim. Kazım Karabekir'in hatıralarında yazdıkları ve benzeri başka notlar 1915'teki koruyuculuk rolünden dolayı devletin Dersim'e daha özel bir hınç beslediğinin kanıtlarıdır. Yusuf Halacoğlu'nun ifşa ettiği üzere bölgenin Alevi Kürtlerine karışmış Ermenilerin 1935-37 yıllarında ev ev tespit edilmeleri olgusu ise Dersim harekatına hazırlanan devletin 1915 ve sonrası teslim alınamamış Ermenileri de bu arada mümkün olduğunca temizleme isteğinin açık belirtisidir. Bu anlamda 1915'le 1938 arasında belli bir bağ ve devamlılık da vardır. Bunları söylemek Dersimli Alevi Zaza ve Kürtlerin kendi kimlikleriyle hedeflenmelerini küçümseme anlamına gelmez ve aleyhine de yorumlanamaz. Tersine faturayı ağırlaştırıcı olarak bu faktörün dile gelmesi Dersim adına olsa olsa onur verici olabilir.
HDV'nin sözünü ettiği başka Ermenilerin yaklaşımı da iddia ettiği gibi Dersim soykırımını bütünüyle yada esas itibariyle Ermeni eksenli gösterme durumunda değil. Belirttiği kaynaklardan Yeni Aktüel dergisinde iki bölüm halinde yayınlanan Dersim Ermenileri haberine bakalım. Doğrudan fikir veren bir ifade şu: “Mirhan Prgiç, 38 katliamının “Ermenileri sakladınız” gerekçesiyle daha sert olduğunu iddia ediyor”. Görüldüğü gibi o da bu faktörün esas olduğunu ileri sürmüş değil. Konuyla ilgili aynı yerde geçen başka önemli bölümleri de aktarırsam, bu ağırlaştırıcı faktör noktasında Dersimli pek çok aydının aynı düşündüğü de görülür. 1915'te Dersim'in Ermeni kaçakları korumasına dair anlatımlardan sonra haber şöyle devam etmekte:
“Elbette bu durum devletin gözünden kaçmıyor. “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur” kitabında yer alan 2 Haziran 1915 tarihli telgrafta Teşkilat-ı Mahsusa sorumlusu Kaymakam Cevdet, Dersimlilerin, Ermeniler ile dostane ilişkiler içinde olduğunu ve “binlerce Ermeniyi saklayıp ve besle”diklerini belirtiyor ve gerekli önlemlerin alınması için Mamüretülaziz valisinin fikrini soruyor. Bu noktada görüştüğümüz bir çok Dersimli tarafından dile getirilen, 1937-38 katliamının , Dersimliler Ermenileri sakladığı için daha şiddetli olduğu iddiaları önem kazanıyor. Akçam, “kuvvetli bir ihtimaldir” diyor, çünkü “Türk devleti gerekçelendirme boyutunda Dersimlilere ‘siz Ermenileri korudunuz’ şeklinde ideolojik yakıştırmalar yapıyor.” Akçam’ın başında bulunduğu Dersim 38 Sözlü Tarih Projesi’nin Türkiye Koordinatörü, 1991’den beri Dersim’de sözlü tarih çalışmaları yapan Cemal Taş, 38 döneminde Dersim’de görev yapan Yozgatlı bir askerle görüşmesine dikkat çekiyor: “Beni köylülere tanıtırken, ‘Bak bu Ermenileri saklayan Dersimlilerden’ dedi.”
Dersimli Avukat Hüseyin Aygün de harekâtın sorumlularından, Dersim komutanı ve sonra valisi Abdullah Alpdoğan’ın, harekattan sonra Kiğı’da yaptığı bir konuşmadaki şu sözlerini önemsiyor: “Daha önce Tunceli’ye yerleşen gizli Hıristiyan Ermeniler vardı, bunlar adlarını değiştirmiş ve sanki Türkmüş gibi yaşamışlardı, Dersim İsyanı’nda bunların parmağı vardı, bunlar her türlü anarşinin, kargaşanın, pisliğin içindeydi.” Hatırlanırsa Ağustos 2007’de Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halacoğlu da “Kürt Alevileri aslında Ermenilerdir” diyerek büyük tepki çekmişti. Elbette bu iddia resmi olarak dile getirilmedi. “Iskalanmış Barış”ta hayatta kalan çok sayıda Ermeni’nin, Kürt-Ermeni birlikteliği ve soykırım bilincini canlı tuttuğunu vurgulayan, görüşlerine başvurduğumuz bir diğer tarihçi Hans-Lukas Kieser de bu durumu belirtiyor: “Dersim’e 1937-38’de uygulanan aşırı şiddetin bi!
r sebebi de bölgede Ermenilerin varlığıydı, bundan kuşkum yok. Dersim Alevileri 1915’teki katliamı görmüşlerdi ve devlete güvenmiyorlardı. Ermenilerle aynı kaderi paylaşmaktan korkuyorlardı. Devletin bölgedeki temsilcileri de ‘düşman Ermeni’ paranoyasını canlı tuttular. Bu öyle bir noktaya geldi ki, 1937’den önce dahi, jandarma genç erkeklerin sünnetli olup olmadığını kontrol ediyordu” (Yeni Aktüel, Dersim Ermenileri-2)
Evet, bunlarda anlaşılmaz ve kabul edilemez olan ne var? Devletin bugün PKK hareketine karşı bile çok zorlama biçimlerde “Ermeni kışkırtması”, “Ermeni dölleri”, “sünnetsizler” vb. atıflarda bulunduğu dikkate alınırsa, Dersim gibi Ermenilerin korunmuş ve halen bir miktar yaşıyor olduğu bölgede bu argümanları hem askere gaz vermek, hem vahşeti “meşru”laştırmak, hem de eksik kalmış bir hesabı tamamlamak için özellikle kullanmış olması gayet anlaşılır bir şeydir. Bunların söylenmesi de Dersim sorununun esasta Kızılbaş eksenli olduğunu ve hedef kitleyi ağırlıkla bu inançtan Zaza ve Kürtlerin teşkil ettiğini inkar anlamına gelmez.
HDV'nin “yeni Ermeni tezi”ne kanıt gösterdiği Ruben Melkonyan'ın makalesinde de öyle bir tez savunulmuyor. Ermenice aslından ilgili cümleleri bire bir çevireceğim ki bu nokta açık olsun:
“Bugün Türkiye sahasında bulunan Dersim, farklı devirlerde Ermeniler için olduğu kadar, o alanda yerleşmiş Zazalar ve Kürtler için de özgün bir yer işgal etmiştir. Coğrafi konumu sayesinde çok defa isyancıların ve zulüm görenlerin sığınak yeri olmuştur Dersim... Dağlık yapısı orada yaşayan nüfusun ruhsal şekillenmesine de etki yapmış ve asilik, yiğitlik, atılganlık yaygın özellikler olmuştur. Biliniyor ki, o çevrelerde Osmanlı imparatorluğu hakimiyetinin sağlanmasından sonra da Dersim yarı-bağımsız konumunu sürdürdü. Bu durum farklı süreçlerde Osmanlı yöneticilerini rahatsız ediyordu (...)
Dersim'e yönelik Osmanlı imparatorluğunun ayrımcı ve düşmanca tutumu cumhuriyet Türkiyesi'nde devam ettiği gibi daha büyük boyutlar kazandı. Dersim'in yarı-bağımsız varlığı Kemalist yöneticiler için endişe verici sorunlardan biri haline geldi. 1930'larda Kemalist yöneticiler Dersim sorununun radikal çözümünü ele almaya giriştiler. Çözüm metodları Jön-Türklerinkiyle aynıydı. 1937-1938 yılları Dersim'de devlet tarafından soykırım organize edildi. Aynen Ermeni soykırımı sırasında uygulanmış olan yöntemler hayata geçirildi. Değişik kaynaklara göre Dersim soykırımı yıllarında 70-90 bin kişi katledilmiş, bunun dışında kalan nüfus da Türkiye'nin farklı bölgelerine sürülmüşlerdir. 1937-1938 Dersim Soykırımı ciddi incelemeler gerektiriyor, ancak biz burada onun bir yönüne değinmek istiyoruz. Net olarak diyebiliriz ki, Dersim soykırımı sırasında Türk yöneticilerin esaslı ve önemli hedeflerinden biri!
1915'te oraya sığınan Ermeniler olmuştur. Ortaya çıkan çok sayıda kanıtlar, hayatta kalan tanıkların şahitlikleri onu gösteriyor ki, 1915'te kurtulmuş ve oraya sığınmış Ermenilerin bir kısmının da kurban edildiği 1937-1938, Dersimli Ermeniler için Ermeni soykırımının devamıdır” (Ruben Melkonyan, Yerevan Devlet Üniversitesi Doğu Bilimleri Fakültesi dekan yardımcısı, 27.09.2010)
Görüldüğü gibi burada da HDV'nin yansıttığı türden bir tez yok. Bir tek son satırlardaki sözler Ermeni faktörüne çok önem verilmiş gibi algılanabilir, ama bütünlük içinde Dersimli Kızılbaş Zaza-Kürt halkına yapılan soykırımını inkar anlamı çıkartılamaz. Kabul etmek gerekir ki, Ermenistan'daki aydınlar Türkiye'nin cumhuriyet tarihine çok aşina değildirler. Sovyetler Birliği Kemalistlerin birçok suçuna seyirci kalmış, hatta destek beyan etmiştir. O süreçlerden gelen bilgisizlik ve duyarsızlıklar sözkonusudur. Dersim soykırımı uluslararası konferanslar ve basında çıkan tartışmalarla duyulur oldukça Ermenistan'da da ilgi uyandırmış ve yeni yeni akademik yazılar çıkmaya başlamıştır. Yukardaki makalenin yazarı da ciddi inceleme gereğinden sözederken bu eksikliği kastediyor olmalı. Konu içindeki Ermeni boyutuna yaptığı vurgu abartılı gelse bile onu herşey yerine koymadığı açıktır. “Ermeni so!
ykırımının devamı” tabirini de dikkat edilirse Dersimli Ermeniler için kullanmış. 70-90 bin kurban içinde Ermenilerin azınlık olacağını yadsıyan bir söylemi de yok. Olayın adını da Dersim soykırımı olarak koyuyor. Daha önceleri Dersimlilerin “Biz her 24 Nisan'da Ermenilerin yasını paylaşıyor, soykırımını lanetliyoruz, onlar neden bizim acımıza duyarsız kalıyorlar?” şeklinde haklı şikayetleri vardı. Bugün de söylenebilir. Ama şimdi yavaş yavaş duyarlı yaklaşımlar görülünce bu defa da “asıl gaye bizimkini görmek değil, yine kendilerine yapılanı sözkonusu etmek” gibi tepkilerin mi gösterilmesi gerekir? HDV'nin yaptığı o bile değil, çok daha kötüsü. İşte yukardaki gibi yaklaşımları kastederek şu akıl almaz tepkiyi gösteriyor:
“Bu yaklaşım Dersime, atalarımıza ve 1938’de öldürülen binlerce insanımıza yapılan bir hakarettir. Sanki Dersim sorunu 1915’ten sonra başlamış; sanki ölen binlerce insanımızın kim olduklarını bilmeyecek kadar aptal bir toplumuz, sanki bizim bir kimliğimiz ve savunacak hiçbir seyimiz yokmuş gibi. Pes doğrusu. Bir halkın tarihine, ölülerine ve varlığına ancak bu kadar hakaret edilebilir”.
İki acılı kardeş halkın birbirini anlama yeteneği bu kadar zayıf ve serzenişleri bu kadar abartılı olmamalı diye düşünüyorum. Şimdi bu tepkiye karşılık da Dersimli Ermeniler arasından 1937-38'de yakınlarını yitirmiş birileri “peki sen bizim o kırımın kurbanları içindeki varlığımızı neden gözardı ediyor ve ona değinilmesinden niye nem kapıyorsun?” diyerek karşı tepki gösterse cevabı ne olacak? Bu konuda doğru ve yanlışların iyi ayırt edilebilmesi için HDV'nin atıfta bulunduğu görüşleri genişçe aktarıp irdelemeye önem verdim. Sonuç olarak, doğru dürüst kanıt göstermeden gerçekle ilgisiz bir “Ermeni tezi” yaratılması yanlış olduğu gibi, okuyucuyu infiale getirecek türden suni serzenişler yöneltilmesi de yersizdir. Hakikaten rencide edici bir şey söyleniyorsa dosdoğru alıp eleştirelim, ama olmadık şeylerden hakaret algıları üretip aşırı tepkilerle karşımızdakine haksızlık etmeyelim.
Bu tartışmalar benim için yorucu oldu. Okuyucunun da izlemekte zorlanacağını düşünüyor ve kendi payıma daha sürdürmemek üzere herkesin affına sığınıyorum. Muhataplarımın da bu defa olsun doğru anlamaya çalışacaklarını ve daha makul yaklaşacaklarını umuyorum.
Saygılarımla
Hovsep Hayreni
24.12.2010

Hiç yorum yok: