TURKIYE ORDUSU DINCISI ILE AZINLIKLARIN CAN DUSMANIDIR. ASKER KAN ICICI MUSLUMAN FASIST BI ORGUTTUR
6-7 eylül olayları dönemsel bir politika olmadığı gibi, yalnızca Rumlara yönelik bir eylem de değildi. 6-7 eylül olaylarının ardında yatan politik anlayış, devletin kuruluş aşamasına kadar uzanan bütünlüklü bir politikanın ürünüdür. TC devleti, ırkçı Türk milliyetçiliği temelinde kuruldu ve örgütlendi. Üniter devlet anlayışı, cumhuriyet tarihi boyunca Türk milliyetçiliği politikasının belirleyeni oldu.
Ulus devletin inşası yolunda ilk somut adımlar İttihat ve Terakki döneminde atılmaya başlandı. Devletin Türkleştirilmesi, Türk ve Müslüman bir burjuva sınıfının yaratılması gibi politikaların zemini, Türk milliyetçiliği idi. Bu politika, Türk olmayan diğer ulus ve topluluklara karşı ırkçı, asimilasyoncu politikalarla bir arada yürütüldü. Azınlıklar, “güvenilmez” unsurlar olarak görülüyor ve devletin güvenliğine yönelik tehdit olarak algılanıyordu. Anadolu’nun adım adım azınlıklardan arındırılması planının ilk örneği, 1915-1916 yıllarında bir milyon Ermeni’nin, Doğu Anadolu’daki savaş bölgesinden güneye, Suriye ve Mezopotamya’ya sürülmesi oldu. Aynı şekilde 1912-1923 yılları arasında Anadolu’da yaşayan Rum-Ortodoks nüfusuna karşı da zorunlu iskan politikası izlendi. Ayrımcılık ve asimilasyon yalnızca gayrimüslim azınlıklara karşı uygulanmadı. Başta Kürtler olmak üzere Türk olmayan tüm topluluklara karşı da aynı ayrımcılık çizgisi hükümetlerin değişmeyen politikaları oldu. Değişen yalnızca, devletin dönemsel ihtiyaçlarına uygun politik araçlarla azınlıkları birbirine kırdırması oldu. Ermeni tehciri ve katliamlarında Kürt aşiretlerinin kullanılması gibi…
Birinci paylaşım savaşının ardından emperyalist ve işbirlikçisi devletler tarafından Anadolu’nun işgaline karşı sürdürülen direniş hareketinin siyasi önderleri, önceleri Türkçülük ya da Türk milliyetçiliği gibi kavramları sıkça kullanmıyorlardı. İşgale karşı direnişin ilk yıllarında Mustafa Kemal ve arkadaşları, direnişin tam kontrolüne de sahip değillerdi. Kuvayı Milliye hareketi, mücadeleye onlardan önce başlamıştı. Bu nedenle, farklı Müslüman kesimlerin Kemalist hareket etrafında birliğinin sağlanması için Anadolu’da yaşayan Müslüman toplumlara hitap ederek, yeni kurulacak devleti İslam üzerinden tanımlıyorlardı. Ancak, Kürtler’le yapılan işbirliği, Müslümanlıktan başka bir politik temele de dayandırılıyordu. Bizzat Mustafa Kemal tarafından dile getirildiği üzere, Kürtlerle işbirliği “Ermeni tehlikesi”ne karşı oluşturulmuştu.
M.Kemal’in başlangıçtaki tavrı yerel yönetimlere vurgu yapan bir nitelik de taşıyordu ve özellikle Kürtlerin katılımcılığı temelinde, yerellerde çoğunluğu oluşturanların, yerelin idari yönetiminde de söz sahibi olabileceğini vurguluyordu. Kemalistler sonradan, planlarının gerçekte Türk ulus devletini kurmak olduğunu açıkladılar. 1924 tarihli Vatandaşlık Kanunu’nda “Türk olmayan müslüman vatandaşlar” tanımlaması, ayrımcılığın resmi siyasal ve hukuksal ifadesi oldu. Böylece Kemalist hareketin başarıya ulaşmasından sonra, devletin temel dayanağı olarak başlangıçta ifade edilen “Müslüman toplum” görüşünün yerini Türk milliyetçiliği almış oldu.
Devletin Türkleştirilmesi için atılan ilk adımları, azınlıkların ekonomik hayattan dışlanması süreci izlendi. Osmanlı Devleti’nin son döneminde başlatılan ekonomi dilinin Türkçe olması zorunluluğu, cumhuriyetle beraber devam ettirildi. Açık bir ırkçı milliyetçi çizgi izlenerek ekonomi, sanayi ve bürokrasi Türkleştirildi. Bu amaçla önce 1923 yılında tüm üyeleri aynı zamanda milletvekili olan Milli Türk Ticaret Birliği, ardından 50 milletvekili ve yüksek bürokrat tarafından Milli Türk İthalat ve İhracaat Topluluğu gibi oluşumlar kuruldu. Bu oluşumlara paralel olarak İstanbul’da azınlıklar, özellikle de Rumlar, işyerlerini satmaları için tehditlerle korkutuluyordu. 1925 tarihli bir yasayla İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin Anadolu’ya seyahat etme serbestliği yasaklandı. Bu yasakla, azınlıkların ticaret yapmaları engelleniyordu. Ekonomik alanda izlenen milliyetçi çizgiyi ifade etmesi bakımından yerli malları kullanma kampanyası dikkat çekicidir. Aralık 1925’te istisnasız bütün firmalarda çalışan personele yerli malı kıyafet giyme zorunluluğu getirildi. “Her yerde ve her işte Türk malı kullan! Türk mağazalarından alışeveriş et! Türkçe konuşmayana cevap verme! Türkiye’de herkesten fazla hakkın olduğunu unutma!”(1-2) 1934, 1936 ve 1938 yıllarında çıkarılan kanunlarla, bazı görevler ve meslekler Türk ırkından olmayan kimselere yasaklandı. Aynı şekilde azınlıklara devlet görevinde çalışma yasağı getirildi.
Milli burjuvazinin ve ulusal sermayenin oluşturulması, ticaret ve sanayinin Türk olmayan kesimlerin elinden zor yoluyla alınıp Türkleştirilmesi şeklinde oldu. 1942 yılında çıkarılan VARLIK VERGİSİ, gayrimüslim azınlıkların ekonomik hayattaki rollerinin ağırlığına son vermeyi amaçlıyordu. Yasanın çıkarılmasından aylar önce Kemalist basında gayrimüslimler, olumsuz ekonomik koşulların sorumlusu olarak gösteriliyor ve yasanın, savaş spekülatörlerine ve karaborsacılara yönelik bir ceza olduğu propagandası yapılıyordu. Aralık 1942’de vergi komisyonları nihai vergi listelerini yayınlayarak vergi borçlarının onbeş gün içinde ödenmesini zorunlu kıldı. Ödenmesi gereken vergi, mükelleflerin sahip oldukları gelir ya da malvarlığının kat kat üzerindeydi. Vergi borçlarını ödeyemeyen azınlıkların malları, bedellerinin çok altında fiyatlarla satılmaya başlandı ve bu yolla servet transferi gerçekleştirildi. Satışa çıkarılan azınlık gayrimenkullerinin yüzde 67’si Müslüman Türklere, yüzde 30 kadarı devlet ya da Sümerbank, Toprak Mahsulleri Ofisi gibi KİT’lere, milli bankalara (İş Bankası), milli sigorta şirketlerine ve İstanbul Belediyesi’ne geçmiştir. (2) Azınlıkların kolektif hafızasında izler bırakan VARLIK VERGİSİ uygulaması ile, tüm malları satıldıktan sonra gene de borçlarını ödeyemeyen binlerce gayrimüslim tutuklanarak Erzurum-Aşkale, Eskişehir-Sivrihisar’daki çalışma kamplarına gönderildiler, ağır işlerde çalıştırıldılar. VARLIK VERGİSİ uygulamasına, Mart 1944’te çıkarılan bir yasayla son verildi. Bu süre içerisinde tahsil edilen 315 milyon lira verginin 280 milyon lirası gayrimüslimler tarafından ödenmiştir.
Ekonomik planda ulusal sermayenin oluşturulması politikasına, günlük hayatta Türk kimliğinin yerleştirilmesi politikası eşlik etti. Türk milliyetçiliği ırkçı politikası; homojenleştirmeyi, diğer ulus ve ulusal/etnik topluluklar üzerinde baskı kurulmasını dayattı. TC’nin kuruluşunda oluşturulan resmi metinlerde ırkçı Türk milliyetçiliği, “dil, kültür ve ülkü birliği” olarak tanımlanarak faşizan bir karaktere büründürüldü. Gönderilen gizli talimatlarla valiliklere, yabancı bir dil konuşan köylerin ve yerleşimcilerin tespiti, azınlıkların toplu yerleşimlerinin önlenmesi, azınlıkların kıyafet, türkü, dans, düğün gibi geleneksel örf ve adetlerinin kınanması, ekonomik hayatta Türkçe’nin kullanımının sağlanması, Türkçe dışında diller kullanan “Türkler”in Türk toplumuna dahil edilmesi görevleri verildi. Türk Ocakları Derneği’nin 1927 yılındaki kongresinde ana konulardan biri, azınlıklar nedeniyle Türk dilinin ihmal edilmesiydi. Günlük yaşamın ve dilin türkleştirilmesi çerçevesinde, 1928 yılında “Vatandaş, Türkçe konuş!” kampanyası yürütüldü. Bu kampanyanın hedefi, hem gayrimüslimlerin hem de Müslüman Kürt, Çerkez, Arap ve diğer azınlıkların dillerinin toplumsal hayattan dışlanmasıydı. Buna göre, Araplar, Çerkezler, Boşnaklar, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, halka açık yerlerde kendi dillerini konuşamayacaklardı. Lokanta, sinema, tiyatro ve otellere Türkçe konuşulmasının “tavsiye” edildiğini belirten tabelalar asılıyordu.(4)
Azınlıkların asimilasyonu planının önemli bir parçası da uygulanan zorunlu göç ve iskan politikalarıdır. Anadolu’nun Türkleştirilmesi planı kapsamında, gayrimüslimlerin köy, kasaba gibi toplu yerleşim oluşturmalarının önlenmesi, sınır bölgelerinde yaşayan azınlıkların içerilere, merkezlere ve sonra da İstanbul’a göç ettirilmesi, yerleri değiştirilen azınlıkların yerine özellikle göçmen Türklerin ve Lazlar, Gürcüler gibi Müslüman kökenlilerin yerleştirilmesi politikaları izlendi.
Zorunlu göç ve iskan politikaları dahilinde, 1929-1930 yıllarında Ermeniler, yaşadıkları yerleri terke zorlandılar. Özellikle Diyarbakır, Harput ve Sivas Ermenileri tehdit ve yasaklamalarla göçe zorlandılar. Bu yıllarda binlerce Ermeni, Suriye’ye göç ettirildi; geri kalanı İstanbul’da toplandı. Rumlar, Yunanistan ile imzalanan “Nüfus Mübadelesi” anlaşması kapsamında Türk ve Müslümanlarla değiş-tokuş edildiler. Nüfus mübadelesiyle, Anadolu’da Rum nüfus kalmaması sağlandı; geri kalan Rumlar ise İstanbul’da toplandılar. CHP’nin 1946’daki Azınlık Raporu’nda; “İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar, bu şehirde bir tek Rum bile kalmaması” gerektiği görüşü, asimilasyon planlarının hedef ve kapsamını anlatır. 1934 yılında Trakya bölgesinde yaşayan Yahudiler, Trakya’nın sınır bölgesi olması ve azınlıklara karşı geleneksel “olası hain” bakış açısı sonucunda sürgüne tabi tutuldular. Edirne ve Trakya Yahudileri, 6-7 eylülün prototipi bir planla İstanbul’a göç ettirildiler. 1955 yılında yaşanan 6-7 eylül olaylarıyla ise bu politikaların, sürekliliği olan bir devlet politikası olduğunun altı çizilmiş oldu.
Zorunlu göç ve iskan politikaları, 1930’lu yıllarda Kürtlere karşı da uygulandı. Bağımsızlık savaşı sırasında müslüman olmayan “ortak tehlike” Ermenilere karşı koçbaşı olarak kullanılan Kürtlerin de asimilasyon sırası geldi. Kürt halkının ulusal bilincinin uyanmasıyla kalkıştığı isyanlar zorla bastırıldı. İsyanların ardından sürgün ve iskanlar geldi. TC’de 1920-1930 yılları arasında yaşanan 18 isyandan 16’sı Kürt isyanıdır. Şubat 1925’te yaşanan Şeyh Said önderliğindeki isyandan sonra hükümet, Kürt illerinde sıkıyönetim ilan ederek, “Kürdistan Umumi Valilikle ve Bir Sömürge Gibi İdare Edilmelidir” başlıklı raporla, sömürge politikalarına çerçeve hazırladı. Şark Islahat Planı çerçevesinde, Kürt bölgelerine Kafkasya ve Bulgaristan’dan gelen göçmenler yerleştirildi. Kürtler, İç ve Batı Anadolu’ya sürüldü; Kuzey Kürdistan, idari ve askeri olarak yeniden düzenlendi. Bazı bölgeler coğrafi, ekonomik ve askeri nedenlerle yerleşime kapatıldı.
Peki ya bugün?
6-7 eylül olaylarının 50. yılındayız. Bu nedenle İstanbul Taksim’de, yani 6-7 eylül olaylarının en yoğun gerçekleştiği yerde düzenlenen bir resim sergisi Türk faşistleri tarafından basıldı. 6-7 eylül olaylarının yağma ve talanını gösteren fotoğraflar “ya sev ya terket” denilerek yerlere atıldı, çiğnendi. Babalarının 6-7 eylül 1955 yılındaki yağma, talan ve tecavüz saldırılarına tarihsel ve fiziksel olarak sahip çıkan Türk faşistleri; yaptık, bir daha yaparız, yapacağız da demektedirler. Devlet, devletin süreklilik arzeden politikaları ve hazırlanan kamuoyu ise hala onlara ihtiyaç duyuyor.
Bu topraklarda ilk kez yapılmak istenen “Ermeni Korferansı” adalet bakanınca “arkamızdan hançerlemek istiyorlar” diyerek kışkırtıcı bir öfkeyle saldırıya uğruyor, devletin “bağımsız” yargı organlarınca hiç bir yasal dayanağı olmaksızın yasaklanıyor, faşistler tarafından konferansa gelenler “kanı bozuk”lukla (“saf” Türk kanı taşımamakla) ve küfürlerle saldırıya uğruyor, polis bütün bunları demokratik teamüller içinde zevkle izliyor…
Devlet devletliğini yapıyor ve dağlarda, köylerde, cadde ve sokaklarda Kürtler avlanarak öldürülmeye devam ediyor. Öldürülmelerinin tek nedeni ise hak ve özgürlük arayışına çıkacak kadar ayakta durabiliyor, boyun eğmiyor oluşları...
Dünüyle ve bugünüyle bir bütün olarak 6-7 eylülü gerçekten anlamak, devrimci ve değiştirici bir yöneliş ve metodu kuşanarak yola çıkmayı gerektiriyor. Tabi ki yakınmak ve feryat etmekle sınırlı kalmak istemeyenler için…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder