23 Temmuz 2007 Pazartesi

1900'lardan Mustafa KEMAL'e Kurmanc ve Kırmanc ALEVİLER


15 2007 at 6:38


Mazhar

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Anadolu kırsalında yaşayan Aleviler, iki dinsel merkeze sahipti. Birincisi Hacı Bektaş tekkesi, diğeri ise Dersim (bugünkü Tunceli) bölgesi idi. Geçmişi 14. yüzyıla kadar giden Hacı Bektaş tekkesinin, doğu bölgeleri hariç Anadolu Alevileri için önemli bir yeri vardı. Bu merkezden kırsal bölgelerdeki Alevilerin büyük bölümü yerel ‘dedeler’ aracılığıyla yönetilmekteydi. Tekke’den buralara yapılan yıllık ziyaretlerle ilişkiler pekiştirilmekteydi. Bektaşi tekkesinin sahip olduğu geniş taraftar ağını yaratmasında, onun Osmanlı merkeziyle olan ilişkileri belirleyici olmuştu. Kurulduğu geç Orta Çağ’dan, kısa bir dönem için kapatıldığı 1826 yılına kadar, bu ilişki yalnızca 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı – Safavi savaşları süresinde kırılma noktasına gelmişti. Osmanlı’nın Şii Safavilerle yaşadığı sürtüşmelerin bedelini Anadolu’daki Aleviler ödedi. Osmanlılar, Safaviler’le işbirliği içinde olan Alevilere karşı sert tedbirlere başvurmuştu.

İmparatorluk açısından bakıldığında tekke, Anadolu’daki aykırı Türkmen aşiretlerini kontrol etmek için bir araçtı. Aşiretler açısından ise, kendileriyle aynı inancı taşıyan bu tekkeye bağlı olmak, merkezi baskıdan korunmak için bir kapıydı. Bu yüzden, tekke, aşırı aykırı düşüncelerin sızması ve İran tehdidine karşı ‘gözetim’ altında tutuldu[8]. Her iki ihtimalin giderek ortadan kalktığı ve Alevilerin politik merkezlerden uzak, kırsal alanlara uzun süren geri çekilişleri, tekkenin aracı işlevini bir derece azalttı.

Bu yüzden onun 1826 yılında kapatılması, Alevi nüfusun şüpheli faaliyetleri yüzünden değil, kuruluşundan bu yana kendisine bağlanan Yeniçeri Ocakları’yla ilişkilerinden dolayı idi. 19. yüzyılın ilk yarısında yürürlüğe konulan reformların uzantısında bu birlikler ortadan kaldırıldığında, tekke de onlarla ruhani ilişkilerinden dolayı payını almıştı. Bektaşi tekkesinin etkili olmadığı doğu bölgelerindeki Aleviler için ise merkez, dağlarla çevrili Dersim bölgesiydi. Burada dini merkez bir tekke etrafında değil, kendilerini Ali soyuna bağlayan ve ‘Seyit’ unvanı taşıyan kutsal aileler çevresinde örgütlenmişti. Bölgedeki aşiretler için inancın ruhani merkezlerini bu aileler oluşturuyordu.

Bölgenin bir Kürt beyliği olarak imparatorluktan aldığı özerklik, merkezi yönetimin uzun süre bölgeye olan ilgisizliği ve aşiret sisteminin ayakta durması, yakın bir zamana kadar idarenin denetiminden uzak yaşamasını sağlamıştı. Bu da bölgede çalışma yapan seyitlerin faaliyetlerini sürdürmelerini kolaylaştırmıştı. Bu ailelerden en önemli olan Ağuçan, Derviş Cemal, Kureyş ve Baba Mansur Seyitleri aşiretleri karmaşık bir sistemle kendilerine bağlamışlardı. Aşiretlerle kurulan ruhani ilişki kalıtsal olarak kabul gördüğünden, kuşaklar ve bölgesel dağılımdan etkilenmemişti. Nitekim, Dersim yöresinden 17. yüzyıldan itibaren Sivas, Malatya, Maraş, Muş, Erzincan ve Erzurum gibi illere dağılan aşiretler, ilişkinin aksaması değil genişlemesini sağlamıştı.

Aşiretlerle birlikte onlar da göçlere katılmış, ya da Seyit ailelerinin üyeleri Dersim’den bu bölgelere yaptıkları yıllık ziyaretleriyle ilişkilerin sürmesini sağlamışlardı. Seyitler, Dersim aşiretleriyle birlikte çevre illere yayılmalarına rağmen, taraftarları arasına Kürt aşiretlerin dışında başka etnik kimlikleri dahil edemediler. Onlar, zaman içerisinde bu aşiretlerin özelliklerini almadan da kendilerini kurtaramadılar. Seyit aileleri, tıpkı aşiretler gibi, iki düzeyde iç farklılık gösterirler:

Birincisi, onlar gibi kendi içlerinde ve aralarında ailesel bazda bölünmüş olmak; ikincisi, yine aşiretler gibi Zazaca ve Kurmanci olmak üzere iki dil konuşuyor olmak. Bu faktörler, onların çalışma alanlarını sınırlamakta ve kendi içlerinde bir merkezin çıkmasını engellemekteydi[9]. İmparatorluğun Balkanlar ve Orta-Doğu’da toprak kaybı, Anadolu’nun, dolayısıyla Alevilerin birçok yönden daha fazla dikkatleri çekmesine neden oldu. Merkezi idarenin Alevilere artan müdahalesi beraberinde farklı tepkileri getirdi. Bektaşi tekkesinde bu süreç 1826’da, Dersimlilerde ise 1860’larda bölgenin son beyi Şah Hüseyin’in Dersim’den sürülmesiyle başladı.

Bektaşiler, tekkenin kapatılmasından sonra, 19. yüzyılın son çeyreğinde yeniden toparlanıp, daha fazla politik gelişmelere dahil oldular. Osmanlı’nın son döneminde onun modernleşmesi için faaliyet gösteren kuruluşlar içerisinde onlar da yer aldılar. Bu çabaların sonucu olarak 1908 yılında iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) üyeleri arasında da vardılar[10]. Bu destek, tarikatın etkili olduğu -tıpkı İTC’nin kendisi gibi- Balkan ve Trakya’daki taraftarlarıyla sınırlı değildi. Bektaşi tekkesinin sorumluları Anadolu’da Aleviler arasında İTC için destek arayışlarına katıldı. İTC’nin Türk milliyetçiliğine kayması ve yine İTC’nin bir uzantısı olarak çıkacak Kemalist hareketin aşırı merkeziyetçi ve seküler girişimlerini, tekkenin ne derecede benimsediği hakkında açık veriler olmasa da, 1908-25 arası Bektaşi liderleri iktidar sahipleriyle ilişkilerine devam edeceklerdi.

1926 yılında tarikatların yasaklanmasıyla kendi tekkelerine ikinci kez kilit vurulduğunda, bunun doğru bir karar olduğunu beyan edecek kadar Ankara’nın yanındaydılar[11]. Dersimli Alevilerin yeni dönemde Bektaşiler kadar başarılı oldukları söylenemez. Şah Hüseyin sonrası bölgeleri kargaşaya sürüklenmişti. Bölgenin güçlü aşiret yapısı ve dini düzeyde aileler bazında bölünmüşlüğü, ortak siyaset oluşturmalarının önünde büyüyen bir engel oldu. Bu yüzden 1920’lere kadar olan süreçte, bölgenin, periyotlarla kendi içinde olduğu kadar değişik nedenlerden ötürü yönetimle şiddetli çatışmalar yaşadığını görmekteyiz[12].

Dönem boyunca iktidar merkezleriyle ilişki kurma girişimleri de oldu. Sultan Hamit’in bölge aşiretlerini silahlı birliklere dönüştürmek için kurduğu Aşiret Alayları’na, (‘Hamidiye Alayları’ olarak da tanındı) Dersimli aşiretler de ilgi gösterdi. Bölgeye karşı duyulan güvensizlikten dolayı onlar kabul edilmediler[13]. Buna rağmen birliklere subay yetiştirmek için İstanbul’da kurulan ‘Aşiret Mektebleri’ne Dersimliler’in dahil olmasına müsaade edildi[14]. Yine 1. Dünya Savaşı dönemi boyunca Osmanlı cephesine dönem dönem Dersimli aşiretler de destek verdiler[15].

Ayrıca 1918 sonrası Mustafa Kemal’in karşısında olduğu kadar yanında da Dersimliler olacaktı. Buna rağmen bölge aşiretleri genelde yönetime karşı oluşlarıyla tanındılar. Bu yüzden onların yanaşma çabaları şüpheyle değerlendirildi. Kritik bir dönemde ‘Kürt ulusalcılığı’ adına isyan eden Koçgiri bunun önemli bir kanıtı oldu[16]. Dersim ve çevresindeki Alevi aşiretlerin başarısız çabalarını açıklık getirmek için iki konuyu biraz daha irdelemek gerekiyor. aşiretçilik, alevilik ve milliyetçilik Dersimli aşiretlerin gelişen milliyetçilikler arasında bir bütün ‘taraf’ olamamalarını engelleyen iki faktör vardı:

İlki onların Alevi, ikincisi ise aşiret yapılarının özellikleriyle alakalıdır. Şiilik, tasavvuf ve tarikatçı geleneğin buluşmasının popüler bir varyantı olan bölge Aleviliği, geç Orta Çağ’dan itibaren Seyit aileleri aracılığıyla aşiretler üzerinde etkili olmaya başladı. Barındırdığı özellikler, gelişmeler karşısında onların girişimci ve bütünleştirici olmalarını engellemekteydi. Şii akımına mensup olmalarından dolayı sahip oldukları İmam merkezli anlayışları gereğince, en önemli politik istemleri halifeliğin İmam soyunu temsil edenlere verilmesi oldu[17]. Bu da onları Sunni halifelerle karşı karşıya getirmekteydi. 16. yüzyılın başlarında Şah İsmail’in başarısız girişimi, taraftarları olan toplumun uzun süre merkezi iktidardan uzak yaşaması ve bölgede aşiretler üzerinde kurdukları göreceli iktidarları onların bu hedefini geri plana itti. Yerine konumlarının kabullenmesiyle sınırlı bir siyaset sürdürdüler[18].

Bunun yanı sıra sahip oldukları tasavvuf düşüncesi de 20. yüzyılda boy gösteren milliyetçi hareketlere mesafeli olmalarına neden oldu. Tasavvuf düşüncesinde hakim olan sevgi söylemi onları hümanistleştiren önemli bir etkendi. Özünde tüm toplumlara eşit bakan, adaletsiz ve eşitsiz dünya düzenine karşı çıkan bu söylem, onlara adaletsiz iktidardan uzak durmalarını da öğütlüyordu[19]. Diğer yandan, sahip oldukları ‘tarikat’ anlayışlarıyla bu ikilemler örtüşmekteydi. Tarikat fikri, Tanrı’yla yeniden bütünleşmek için öngördükleri dört aşamalı anlayışlarının ikincisini temsil etmekteydi. Karşıtları olan Sunnileri –tıpkı kutsal kitaba bağlı Hıristiyan ve Yahudileri de gördükleri gibi- bu aşamaların ilk basamağını temsil eden ‘şeriat’ kapısında değerlendirdiklerinden, ruhani düzeyde kendilerinden bir derece düşük görmekteydiler.

Bu yaklaşım onlara farklı olduklarını söylüyor ve farklı da davranmaları gerektiğini öğütlüyordu. Düşünsel olarak Sunnilerin taklit edilmesini olanak sunmayan bu anlayış, 20. yüzyılda bölgede gelişen ırkın farklılığını esas alan iktidar amaçlı ‘milli’ söylemlerle mesafeli olmalarının diğer bir nedeniydi. Yapılarındaki bu olgular onların gelişmeler karşısında pasif bir tutum içerisine girmelerine neden olurken[20], taraftarları olan aşiretlerin de dünyasını büyük oluşumlara kapatan farklı etkenler vardı. Aşiretler için her şeyden önce aşiret için düşünmek, onun değerlerine ve reisine bağlı kalmak temel güdüydü. Hayatta kalmak ve müdahalelere karşı kendini savunmak için bu şarttı. Altmıştan fazla aşiret ve tayfanın yaşadığı bölgede, bu temel prensip tersten de formüle edilebilirdi: “kendi pozisyonunu korumak için ötekinin yükselmesine fırsat vermemek”. Sınırlı ekonomik olanakların olduğu, güç merkezlerinden uzak bu bölgede bu güdü sürekli sınanmakta, değişen ittifaklara ve sürtüşmelere yol açmaktaydı.

Değişen birliktelikler ve çatışmalar içinde tek değişmeyen, ‘düşmanın düşmanının dostluğu’ kuralıydı -bu temelde kurulan ittifakların ne kadar göreceli ve kısa ömürlü olabileceği ise bilinmekteydi[21]. Yükselmek için ekonomik olanakların sınırlı olduğu Dersim’de, öne çıkmanın yine de kimi yolları vardı. Bunlardan ilki şiddet kullanma derecesine bağlıydı. Bu da çoğu zaman aşiretin nüfusu ve coğrafi konumuyla ilgiliydi. Dağlık bölgelerde yaşayan, sınırlı düzeyde tarımcılık yapan aşiretler şiddete en fazla başvuran ve en tecrübeli olanlardı. Onlar, eksik üretimlerini yaptıkları talanlarla telafi etmeye çalışıyorlardı. Yaşadıkları dağlık alanlar da onları karşı saldırılara karşı koruyordu.

Osmanlı denetiminin zayıf olduğu dönemlerde çoğu kez Dersim dışında yaptıkları talancılıkla geçimlerini sağlıyor ve zenginleşebiliyorlardı. Bunun bir sonucu olan nüfus artışı, yayılmayı ve toprak işgallerini de beraberinde getirmekteydi. Aşiretlerin Dersim dışına göçlerinin önemli nedenlerinden biri buydu. Cumhuriyet’le birlikte Dersim çevresinde sağlanan denetimlerle bu aşiretler de talanlarını içe yöneltmeye başladılar. Bu da iç çatışmaların artması ve daha fazla bölünmeyi beraberinde getirdi[22].

Aşiretlerin ikinci yükselme aracı ise politik merkezle kurdukları ilişkiler olabiliyordu. Bu yönteme başvuranlar da çoğu kez şiddet uygulamaktan göreceli olarak uzak duran, ya da dağlı aşiretlerin istilası altında olan ova aşiretleriydi. Osmanlı’nın bölgeye sınırlı ilgisi uzun dönem bu aracı etkili kılmamıştı. Yönetim bölge temsilini bir beyle sınırlandırmış ve aşiretlerle kendisi arasındaki aracılığı ona bırakmıştı. Bu beylerden sonuncusu olan Şah Hüseyin’in görevine son verildiğinde, ortaya yeni bir durum çıktı. Bölgede etkili olmak isteyen yönetim, yeni aracılar yaratmak için girişimlere başladı. Önceki sayfalarda belirtildiği gibi, 1890’ların başlarında Hamidiye birlikleri uzantısında kurulan Aşiret Mektebleri’ne Dersimli aşiretlerin katılımına sınırlı ölçüde müsaade edilmişti. Bu mekteplere alınanlar arasında Ferhadan ve Karabalan gibi Hozat aşiretlerinin çocukları vardı. Seçim tesadüf değildi. Dersim’in idari merkezi konumundaki Hozat, Abbasan ve Qozu (Koç Uşağı) gibi aşiretlerin silahlı tehdidi altında yaşanmaktaydı. Bunu da en fazla hisseden Karabalan ve Ferhadan gibi şiddete göreceli uzak olan ova aşiretlerdi[23].

Siyasi otoriteyle yapılan bu işbirliği, Abbasan ve Qozu aşiretlerine karşı konumlarını güçlendirmek için yapılmış bir girişimden başka bir şey değildi. Bu işbirliğinin ebedi olmadığını da taraflar bilmekteydi. Sonradan Mustafa Kemal’in yanında yer alarak ünlenecek Diyap Ağa bu dönemi en iyi yansıtan kişilerdendir. Ferhadan aşireti üyesi olarak 1900’ların başında Aşiret Mektebi’nde okudu. Buna rağmen 1908 ve 1916’da Dersim’de patlak veren isyanların liderlerinden birisi de o idi[24].

1920’de Ankara’da Birinci Meclis’e Dersim mebusu olarak girdi ve ‘biz buraya ölmek için geldik’ diyerek Ankara’yı İstanbul’a karşı savunmakta ısrarlı olduğunu gösterdi[25]. 1925 yılında ise, Şeyh Sait isyanın ilk dönem başarılarından etkilenerek, aşiretlerle toplantı yapıp isyan etmeyi planlayan kişi oldu[26]. Sait taraftarları yenilgi aldıklarında da, hızla devlete bağlılığını bildirmekte gecikmedi[27]. Bir başka örnek ise Karabal aşireti üyesi Hasan Hayri’ydi. O, 1890’larda kurulan aşiret mekteblerinde okumuş bir subaydı. 1916 yılında bölgesinin isyana katılmaması için büyük çabalar harcadı[28]. İlk Ankara Meclisi’nde yer aldı ve onun Kürt ve Türk birliğini temsil ettiğini yüksek sesle bildirdi. Buna rağmen 1925 Şeyh Sait isyanıyla alakalandırıldı ve asılmaktan kurtulamadı[29].

Bu dönemde adı geçen Erzincan – Pülümür aşiretlerinden Balabanlar da ilgiye değerdir. Onlar, bölgenin lideri konumundaki Çarekan aşireti karşısında güç olabilmek için, Sultan Abdülhamit’i beklemek zorundaydılar. Bölgenin son beyi Şah Hüseyin bir Çarekan üyesiydi. O tarih sahnesinden çekildikten sonra, ailenin gücünü kırmak için yönetim Şah Hüseyin’in oğullarını Erzincan’a yerleştirmiş ve kendilerine daha az itibarlı mevkiler vermişti. Oğulları bunu kabul etmiş ve böylece Çarekanların bölge aşiretleri üzerindeki etkisinin kırılma süreci başlamıştı. Sultan Abdulhamit’in siyaseti sayesinde, Çarekanların ezeli karşıtları Balabanlar da ilk defa Sarayın desteğini aldılar.

Liderleri Gül Ağa da artık Paşa olanlar arasındaydı. Görevine sadıklığı, 1. Dünya Savaşı dönemince ağır kayıplar veren nadir Alevi aşiretlerinden birisi olmasına neden oldu. Osmanlı ordusuyla çatışmalara katıldığı için Erzincan’ı ele geçiren Rus ve Ermeni birliklerinin baskılarından kurtulmak için aşiretiyle Malatya’ya göç etmek zorunda kaldı. Balabanlar ciddi sıkıntılar yaşadılar[30]. Gül Ağa savaş sonrası aşiretiyle topraklarına döndüğünde Kürtçü eğilimler gösterdi. Koçgiri liderlerinden Alişan Bey onunla görüştüğünde, ‘hani toplarınız nerede’ diye isyanın başarısıyla ilgili şüphelerini dile getirdi. Balaban reisleri 1920’de uluslararası kurumlara ‘Kürtler adına’ telgraflar çekip, Türklerle Kürtlerin birlikteliğini bildirenler arasında yer aldılar[31]. Bu onların son siyasal eylemleri oldu. Sonraki yıllarda Balabanlardan bir daha bahsedilmeyecekti.

Aşiretlerin politik oyunları, geleneksel Dersim toplumunun dağıtıldığı 1938 yılına kadar devam etti. Oyunun kurallarının 1920’den sonra değiştiğini, daha doğrusu Ankara’nın İstanbul olmadığını geç fark edeceklerdi. Ne gariptir ki, farklı açılardan bu değişimin ilk belirtileriyle karşılaşacaklar yine de Varto ve Koçgiri gibi Alevi aşiretlerin yaşadığı sınır bölgeler olacaktı. varto Muş ilinin kuzey batısındaki bu küçük yerleşim yerinin ünü ve hikayesi 1925 yılında Şeyh Sait liderliğinde yapılan Kürt isyanının ilk örgütleyicisi olan Cibranlı Halit Bey’den kaynaklanır.

Halit Bey, adının da ifade ettiği gibi Cibranlı aşiretinin üyesidir. Cibranlılar, Muş- Erzurum hattında yaşayan yarı göçebe bir aşirettir. Sunni inancından olan Cibranlılar, bölgedeki diğer Sunni aşiretler gibi aşırı muhafazakarlığıyla bilinen Nakşibendi tarikatına bağlıdırlar. Cibranlılar bölgede diğer aşiretlere uyguladıkları şiddetle tanındılar. Sultan Abdulhamit’in bölgede gelişen Ermeni istemlerine karşı itaatsiz aşiretlerden faydalanmak için kurduğu Hamidiye Alaylarına, Cibranlıları da dahil etmesi onları daha güçlü bir konuma getirdi.

Halit Bey bu süreçte İstanbul’da Aşiret Mektebi’nde okudu ve 1. Dünya Savaşı’na aşiretinin başında subay olarak katıldı. Cesaretli ve yetenekli bir asker olarak tanındı. Cibranlılar Hamidiye Alayı olarak yalnızca Osmanlı adına savaşlara katılmadılar, yeni konum ve donanımlarıyla aşiretler üzerindeki baskı ve talanlarına da devam ettiler. Hamidiye Alayları’na dahil olmayan bütün aşiretler gibi Varto’da yaşayan Alevi aşiretler de bundan payını aldı[32].

1918’de birliklerin kurucusu Abdulhamit ve onun İmparatorluğu yenildiğinde, Cibranlı Halit de hızla yeni arayışlara girdi. Kendisini kısa zamanda Kürt siyasetinin içinde buldu ve 1919 yılında bölgede Kürt devleti için çalışmalara başladı. Hazırlıkları için ilk çaldığı kapılardan birisi, kısa bir zaman öncesine kadar baskı altında tutmaya çalıştığı bölgedeki Alevi aşiretleri oldu. 1919 yılının sonlarında Karaç köyünde onlara, temsilcisi Binbaşı Kasım aracılığıyla fikirlerini aktardı. Halit, Alevi ve Sunnilerin bir ırktan geldiğini, bağımsızlıklarını almak için birlikte çalışmak gerektiğini ve bu çabanın da uluslararası desteğe sahip olduğunu aktarmaktaydı.

Alevi aşiretlerinin Hamit’in temsilcisine verdikleri cevap kısaydı: “Bizler öteden beri sizlerden ayrı bir zihniyetle yaşamış ve bu uğurda da hesapsız kurban vermiş kimseleriz. Bu işte sizinle birleşmeyiz ve Mustafa Kemal’in doğru yolda olduğunu da Hacı Bektaş Veli önderimizden gelen Delil’ler bizlere anlatmışlardır”[33]. Halit buna rağmen çalışmalarına devam etti. 1925’te Şeyh Said isyanıyla son bulacak bu hazırlıklar için Azadi örgütünü kuranlar arasında yer aldı. İsyanı fiilen kendisi yönetemedi. O ve onun gibi asker kökenli arkadaşları 1924 yılının sonbaharında Beytüşşebap’ta yaşanan olaylardan dolayı tutuklandı. O, bundan kısa bir süre sonra da Bitlis’te asıldı.

Cibranlı Halit ve arkadaşlarının tutuklanmasından sonra Azadi örgütünün sorumluluğu Şeyh Sait ve yakınındaki diğer Şeyhlere kaldı. Onların liderliğinde isyan hazırlıkları devam ettiğinde, bölge Alevilerinin 1919 yılında ifade ettikleri şüpheleri gerçekleşmiş oldu. Alevilerin, Muhafazakar Nakşibendi Şeyhlerinin yürüttüğü bir isyana destek vermeleri mümkün değildi; çünkü, belirttikleri gibi, başarıya ulaştıkları takdirde kendilerini iyi bir gelecek beklemiyordu. İsyanın karşısında durmaktan bu yüzden çekinmediler. 1925 yılının ilkbaharında isyan süresi boyunca yer yer onlarla çatıştılar[34].

Koçgiri Cibranlı Halit’le aynı zamanda Kürt siyasetine dahil olan Alevi kökenli Kürtler de vardı. Bunlar Sivas’ın Koçgiri bölgesinde yaşıyorlardı. Koçgirililer isyanlarını organize etmekte Halit’den daha başarılı oldular -her ne kadar başarısızlık konusunda aynı kaderi paylaşsalar da. Koçgirili liderler 1920’nin temmuzunda ilk çatışmalarını yaşadılar. 1921 yılının yaz mevsimine kadar sürecek olaylar esnasında karşılarında yeni iktidar merkezi Ankara’yı ve ona bağlı güvenlik kuvvetlerini buldular.

Sivas - Erzincan arası yayılmış Koçgirililer, kalabalık nüfuslarıyla, bölgede en etkili aşiretti[35]. Aşiretin etkisini artıran başka bir faktör de, onların Dersim bölgesiyle olan güçlü ilişkileriydi. Koçgirililer kendilerini Batı Dersim’in yerlileri olan Şeyh Hasan aşiretlerine bağlarlardı. 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar da canlı kalan bu ilişki, ancak Cumhuriyet’in bölge üzerindeki kontrolünün artmasıyla yok olacaktı[36].

Koçgirililer isyan hazırlıklarını yaptıklarında kendilerine diğer Alevi Kürt aşiretlerin, özellikle Dersim bölgesinin ve sonra Sunni Kürtlerin yardımda bulunacağına inandılar. Beklentileri büyük çapta gerçekleşmedi. Yalnızca sınırlı bir Dersimli grubu onlara destek sundu; Alevilerin büyük bölümü ve Sunni Kürtlerin tümü onlardan uzak durmayı tercih etti; aynı dönemde kendi bölgesinde isyan hazırlıkları yapan Cibranlı Halit de.

Koçgiri isyanı Türkiye tarihinin önemli bir dönüm noktasında gerçekleşti. Küçük bir bölgeyi ve grubu aşmasa dahi, üzerinde durulması gereken bir isyandır bu. Her şeyden önce o, Alevilerin Anadolu’da uzun bir süreden sonra gerçekleştirdikleri ilk politik eylemdi. İkinci olarak, 1918 sonrası Türkiye’sinde Kürtler adına yapılmış ve açık ulusal hedefleri olan ilk isyandı. Koçgiri, o tarihe kadar hiç bir olayda adı geçmeyen, aksine yerleşik ve barışçıl aşiretlerin yaşadığı bir bölge olarak biliniyordu.

Koçgiri’nin, bu ilklere imzasını atacak kadar değişmesine neler sebep olmuştu? 1910’larda bölgede bulunmuş, gezmiş İngiliz Mark Sykes onları şöyle tanımlıyordu: ‘Bu insanlar farklı ve belirgin özellikleri olan bir ırktandırlar; şimdiye kadar karşılaştığım, Dürziler ve Maltyalı Sinemelliler dışında hiç bir topluma benzemiyorlar. Uzun boylu, yakışıklı ve iri yapılı tipleriyle antik çağdakilerin Jupiter Olimpos’o atfettikleri özellikleri yansıtıyorlar: dolgun dudaklı, uzun, geniş ve ipeğimsi sakal; kartal ama ince şekilli burun; büyük, siyah ve yumuşak gözler; düzgün kaşlar, yüksek ve geniş alın.

Geleneklerinde aşırı derecede terbiyeli, fevkalade nazikler. Konuşma tarzlarında ise uysaldırlar. İnançları Şiiliğin ilerlemiş biçimi, dilleri ise kendine has ve Kürtçe’nin anlaşılmaz bir lehçesidir; ne Dersimliler, ne Diyarbakırlılar ve ne de Baban Kürtleri tarafından anlaşılır. Kökenlerini Dersim’e bağlıyorlar; eski zamanlarda buradan sürüldüklerine inanıyorlar’[37].

İşte hiç beklenmedik şekilde bu uysal Aleviler 1920’de Kürtler adına Ankara hükümetine karşı isyana kalkmışlardı. Onların da hikayeleri, dönemin diğer öne çıkan Kürtleri gibi, Sultan Abdulhamit’le başlar. Sultan Abdulhamit’in ‘Paşa’ ilan ettiği kişiler arasında, Koçgiri aşiretinin lideri Mustafa Bey de yeraldı. Mustafa Bey, böylelikle bölgesel siyasette ‘Mustafa Paşa’ olarak meşru bir konum kazanmış oldu. 1900’ların başlarında erken ölümü aşiretin liderliğinin genç oğulları Alişan ve Haydar Bey’e geçmesine neden oldu[38]. Mustafa Paşa’nın eğitimli çocukları babalarından yalnız konumlarını değil, aynı zamanda ona katiplik yapmış Alişer’i de devraldılar. Böylelikle babaları öldüğünde henüz 16 yaşlarında olan bu genç aşiret liderlerinin gelişiminde sonradan ‘Alişer Efendi’ namıyla tanınacak kişinin belirleyici bir konumu oldu[39].

Sykes’ın kendine has olarak tanımladığı Koçgirililerin belki en has üyesi de Alişer idi. Onun hakkındaki dağınık bilgilere göre, 1882 yılında Koçgiri’de Şeyh Hasanlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İyi bir eğitim aldı ve genç yaşta Mustafa Paşa’nın danışmanı oldu. Türkçe, Kurmanci ve Zazaca dışında Rusça ve Ermenice bildiği de aktarılar. Güçlü bir propogandacı olan Alişer aynı zamanda şiirleriyle tanınır. Alevi motifleri ve bölgenin tarihini işlediği şiirlerinde muhalif ve Dersimci bir ruh hakimdi.

1921 yılında Koçgiri yenilgisinden 1937 yılında öldürülmesine kadar Dersimli lider Seyit Rıza’nın yanında kaldı. Alişer, ömrünün sonuna kadar tüm girişimlere rağmen teslim olmaya da, Ankara’ya olan muhalefetinden vazgeçmeye de yanaşmadı[40]. Alişer’in politik çalışmaları hakkında ilk bilgiler 1. Dünya Savaşı süresince gelir. Erzincan’da Rus ve Ermeni birlikleriyle görüşmeler yapar. Bölgedeki kargaşadan faydalanıp, Ruslardan aldığı silahları Dersimli aşiretlere aktarır. 1918 sonrası İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti ile ilişki kurar. Koçgiri aşiret reisleri Alişan ve Haydar Beyi de çalışmalarının içine çeker. Çalışmalarına ayrıca kendisi gibi bir Kürt ulusalcısı olan Batı Dersim kökenli Nuri de dahil olur.

Nuri, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin (KTC) Kürt bölgelerinde örgütlenme kararı doğrultusunda Koçgiri’ye gelmişti[41]. 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması –ki bu antlaşma bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını öngörmekteydi- Nuri’nin çalışmalarının hızlanmasına neden oldu. KTC ile ilişkiler 1920 yılında koptuysa da[42], onlar isyan hazırlıklarına devam ettiler. Planlanlarına göre, isyana Dersim’in katılacağı kesindi. Dersim’in katılması diğer Kürt bölgelerini de teşvik edecekti. Alişer bu yüzden sürekli Dersim’le ilişki halinde oldu. İsyan başladığında ise bizzat çatışmaları yönetenler arasındaydı[43].

Dersim’den bekledikleri desteğin gelmemesiyle, isyan başladığı hızla bitti. Bu kısa süren, fakat bir o kadar ilginç olan isyan, yalnız Alişer’in çabalarına bağlanabilir mi? Alişer’in işini kolaylaştıran başka faktörlere daha değinmek gerekiyor. iki dersim Her iki bölgedeki aşiretlerin Dersim kökenli oldukları ve işlenilen tarihe kadar da Dersim’le ilişkilerini canlı tuttukları belirtilmişti. Yine de arada önemli bir fark vardı.

Koçgirililer Batı Dersim aşiret birliğine, Varto aşiretleri ise Doğu Dersim’deki aşiretlerden birisine bağlıydılar. Geleneksel Dersim, Batı ve Doğu olmak üzere iki gruba ayrılır.

Batı Dersimli’lerin büyük bölümü Şeyh Hasanlar olarak bilinirler. Şeyh Hasanlar, yirmiden fazla aşiretin oluşturduğu bir konfederasyondur. Şey Hasanların reisleri, bölgenin son muhalif liderlerinden Seyit Rıza’nın bağlı olduğu Yukarı Abbasan aşiretinden çıkardı. Dersim’in idari merkezi Hozat olmasından dolayı, siyasi gelişmelere daha fazla katılım gösteren bir topluluktu. 1890’lara kadar birlikteliklerini koruyan Şeyh Hasanlar İmparatorluğa karşıtlıklarıyla tanındılar[44].

Bu yüzden, yönetimin daha fazla ilgisini çektiler. Abdulhamit’in aşiret mekteblerine aldığı kişiler buradan çıktı ve yine paşalık unvanları vererek yönetime bağlamak için şahıslar -Koçgiri örneğinde olduğu gibi- buralardan seçildi. Abdulhamit yönetimiyle ilişkilerin bu boyutunu yaşayan bölge Alevileri belki bundan dolayı, tıpkı Hamidiye Birliklerine dahil olan Sunni Kürt aşiretlerinde olduğu gibi, 1918 sonrası mevkilerini kaybedecekleri tereddüdünü yaşadılar. Bu yüzden Alişer, 1920 yılında Batı Dersim’de ‘hilafet ordusu müfettişi’ unvanıyla dolaşıyor ve yaptığı konuşmalarda, Mustafa Kemal’i Padişah’tan habersiz işler yapmakla suçluyordu[45].

Koçgirililer böyle bir bölgeyle organik ilişkisi olan ve desteğini alan bir topluluktu. Tıpkı Şeyh Hasanlar gibi onlar da değişik tayfalardan oluşmuşlardı. Koçgiri liderleri İbolar olarak bilinen tayfadan çıkardı. Bölgedeki diğer Alevi Kürt aşiretleriyle (Şadilli, İzol, Canbegan, Germiyan, Çarekan) karşılaştıramayacak kadar kalabalık nüfusa sahiptiler. Batı Dersimden aldıkları desteğin yanı sıra, Abdülhamit’in verdiği statü, onları bölgenin tek yöneticisi durumuna getirdi. Yanı sıra Koçgiri ekonomik açıdan daha iyi bir konumdaydı.

Bu yüzden, Dersim’de yaşanan aşiret çatışmaları ve çekişmelerine daha uzak konumdaydılar. Bu da Koçgiri aşiretinin liderliğinin diğer aşiretler tarafından tanınmasını kolaylaştırmaktaydı. Dolayısıyla Koçgiri aşiret liderlerini etkilemek bölgeyi yönlendirmek için yeterliydi. Bunun için de Alişer’in konumundan daha iyi bir konum olamazdı; çünkü, Koçgiri aşiret reisleri bizzat onun yanında yetişmişlerdi. Abdulhamit’in siyasetinden kısmen faydalanan Koçgiri ve Batı-Dersim aşiretlerinin aksine, Varto bölgesi aşiretleri (Hormek, Lolan, Çarekan, Abdalan) tıpkı bağlı oldukları Doğu Dersim aşiretleri gibi göreceli olarak idari merkezlere uzaktılar. Ayrıca Varto aşiretleri Doğu Dersim’deki gibi bir aşiretler üstü formasyona sahip değildiler.

Her birinin Dersim’le ilişkisi büyük oranda kendi aşiretleriyle sınırlıydı. Ekonomik olanakların da sınırlı olması, bu bölgede çekirdek aşiretçiliği ayakta tutan başka bir faktördü. Bu yüzden aşiretler arası sürtüşmelerin zemini her zaman hazırdı. 1. Dünya Savaşı’nın bölgeye yıkıcı etkileri, bu sürtüşmeleri daha da derinleştirecek bir temel attı. Varto Alevilerinin bu yapıları, Sunni Cibranlılar’ın baskılarına karşı ortak cephe oluşturmalarını engellemekte ve bu da onları kendilerini savunmak için dış destek aramaya zorlamaktaydı[46].

Aslında Varto bölgesinin Koçgiri’yle paylaşmadığı ve onu daha fazla meşgul eden başka bir sorunu vardı. kürt olmanın sorunları Varto bölgesinde etnik kimliğin tarifi Koçgiri’deki gibi belirgin değildi.

Ağırlıklı olarak Alevilerin Kürt, Sunnilerin ise Türk olduğu Sivas-Erzincan hattında, Koçgirililer için her iki özellikleri tartışmasız bir bütünlük oluşturmaktaydı. Aleviliğin Kürt, Sunniliğin ise Türklükle özdeşleştirildiği bu bölgede genel olarak her düzeyde bu tanımlamalar kabul görmekteydi[47]. Bu yüzden örgütlenmelerinin ilk önemli toplantısına Hüseyin Abdal tekkesi de dahil edilebilinmişti. Yine isyanın örgütleyicisi Kürt ulusalcısı Alişer’in şiirlerinde de bir o kadar da Alevi motifleri bulmak mümkündü.

Varto bölgesinde ise durum biraz daha karışıktı. Alevi ve Sunni nüfusun eşit orantıda olduğu bu bölgede, Sunni Cibranlılar silahlı güçleriyle baskın bir konumdaydılar. Sultan Hamid 1890 sonrası bölgedeki tercihini Cibranlılar lehine yapıp onları Hamidiye Alaylarına dahil ettiğinde, bu onların baskılarını meşru bir destekle artırarak sürdürmelerini sağlamıştı. Bu yüzden 1890 sonrası süreçte iki topluluk arası din yanı sıra, siyasi ayrım da daha da derinleşti. Böylelikle Alevilerin, Cibranlıları koruyan İstanbul’a karşı mesafesi de arttı.

1918’de İmparatorluğun dağılma arifesinde Cibranlı Halit kendi konumunu koruyabilmek için Kürt cephesine geçip, Alevi aşiretleri de buna davet ettiğinde mümkün olmayan bir şeyi gerçekleştirmek istiyordu. Aslında, toplantının yapıldığı tarihe kadar Cibranlılar Alevileri Kürt olarak görmezlerdi. Koçgiri bölgesinin aksine, Varto’da ‘Kürt’ terimi ‘Müslüman’ olmakla eş tutulmaktaydı.

Bölge Sunnilerince Aleviler de Müslüman olarak kabul edilmediklerinden, Kürt sayılmazlardı. Aleviler ‘Kızılbaş’ veya ‘Alevi’ olarak adlandırılır ve kendilerini de bu terimlerle tanımlarlardı[48]. Sunni ve Osmanlı karşıtlığının bizzat Cibranlılarla olan günlük sürtüşmelerle canlı tutulduğu Varto’da, bundan dolayı Bektaşi temsilcilerinin iktidar lehine çabaları daha başarılı olmaktaydı. Bektaşi temsilcileri, bu tür girişimleri 1. Dünya Savaşı esnasında Koçgiri ve Batı Dersim’de yapmışlardı Varto’daki ikilemleri yaşamayan bu bölgede sonuç alamamışlardı[49].

Tekke’nin, Mustafa Kemal hareketiyle yakın ilişkilerini bölge aşiretlerine aktarma çabalarının ise, farklı bir durum yaşayan Varto Alevileri üzerinde etkili olduğu açıktı[50]. Cibranlı Halit’i koruyan Osmanlı’nın yıkılmasına Varto’lu Aleviler yalnızca sevinebilirlerdi. Mümkün olduğu yerde ise bu süreci desteklemekten de kaçınmadılar.

Kürtçe konuşmanın sorunları Varto’daki Sunni ve Alevi aşiretleri arasında başka bir fark da konuştukları dillerden kaynaklanıyordu. Burada Sunni aşiretler Kurmanci, Alevilerin büyük çoğunluğu ise Zazaca konuşmaktaydı. Bu özellik, onların karşı karşıya gelişlerini ne kadar etkiledi? Bu bölgelerde genel olarak iki grup içerisinde de iki dil yaygındı ve bu her yerde Alevi- Sunni ayrımına tekabül etmezdi. Sunni Kürtler içerisinde Zazaca ve Kurmanci konuşanlar olduğu gibi, Alevilerde de bununla karşılaşılıyordu.

Alevi Kürtler için bu ayrım bölgesel bazda şöyle ifade edilebilir: Dersim içinde çoğunluk Zazaca konuşurken, Mazgirt, Pertek, Hozat gibi ilçelerde göz ardı edilemeyecek bir Kurmanci konuşan topluluk vardı. Yine Dersim’i çevreleyen illerden Erzincan, Erzurum, Bingöl, Muş, Elazığ’daki Alevilerin çoğunluğunun dili Zazaca iken; Sivas, Malatya ve Maraş ve kısmen Erzincan bölgesindeki Alevilerin dili ağırlıklı olarak Kurmanci idi.

Yan yana yaşadıkları yerlerde ise genelde aşiretler iki dilli olmaktaydı. Farklı dil konuşmalarının Alevi aşiretleri arasında bir ayrıma yol açtığına dair veriler yoktur. Zaten onları birleştiren ve kimliklerinin önemli bir parçası olan Alevi inancın temsilcileri olan Seyit aileleri de kendileri gibi iki dilliydiler.

Diğer yandan Alevi Kürtlerin dillerine karşı özel ilgilerini gösteren fazla bir veri de yoktur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı sınırları içinde gelişen Kürtçülük çalışmaları, Sunni Kürt kökenli aydınların girişimiyle Kurmanci’nin yazı dili olarak yaygınlaşmasını da sağlamıştı[51]. Alevi Kürt ileri gelenlerinden de bu çalışmalar içerisinde yer alanlar olmasına karşın, bu onların kendi dillerine karşı böyle bir çaba göstermelerine yol açmadı. Bildiğimiz kadarıyla bu yönde tek istisna Alişer olmaktadır. O, Koçgiri isyanının hazırlığı sırasında Kürdistan Teali Cemiyet (KTC) tarafından çıkartılan Kurmanci ‘Jin’ dergisini bölgesinde dağıtımı ve okunmasını teşvik etmiş ve Kürtçe konferanslar vermişti[52]. Yine onun, Koçgiri ve sonrası Dersim’de Kürtçe’nin daha aktif kullanımı için çaba sarf ettiği yönünde bilgiler vardır[53].

Koçgiri bölgesinin Kurmanci ağırlıklı olması ve okur oranının yüksekliğinin Alişer’in propagandalarının cevap bulmasına ne kadar katkı sağladığını tespit etmek zordur. Aynı zorluk, ters bir durum yaşayan Varto’da ne kadar etkili olduğu için de geçerlidir. Yine de dil faktörünün her iki bölgede etkisinin sınırlı olduğu kanısı ağır basmaktadır. Bu önceden belirtildiği gibi, salt Alevi Kürt aşiretlerin dillerine olan ilgisizliğine bağlı değildir. Varto bölgesinde konuşulan farklı dillerin sorunların ağırlaşmasına katkı yaptıklarına dair veriler yoktur. Tam aksine burada iki dillilik yetişkinler arasında yaygın bir fenomendi.

Varto’da Zazaca konuşanlar Kurmanci’yi, Kurmanci konuşanlar da Zazacayı kendilerine yabancı görmezlerdi. Ayrıca dil önemli bir etken olsaydı, Alevilerin Sait isyanına biraz daha ilgili olmaları gerekiyordu. Çünkü, 1925 isyanının liderleri (Şeyh Sait dahil) ve katılan tabanın önemli bölümü Zaza idi. Varto Alevileri için bu da dikkate değer bir özellik değildi; çünkü, Sait ve taraftarları her şeyden önce Sunniydi.

Kürt ulusalcılığının Kurmanci konuşan Aleviler üzerinde daha etkili olabileceği savını zayıflatan başka örnekler de var. Koçgiri isyanına Malatya, Maraş ve Mazgirt gibi Kurmanci konuşan Alevilerden destek gelmedi. Zaten Koçgirililer de ilk etapta desteği onlardan değil, kendilerini köken olarak bağladıkları çoğunluğu Zazaca konuşan Dersim aşiretlerinden istediler. Başından itibaren bütün çabaları bu yönde oldu. Öte yandan KTC’nin de bölgede çalışmaları iki merkezle sınırlı kaldı: Umraniye ve Hozat[54]. Birisi ağırlıklı Kurmanci, diğeri Zazaca konuşmaktaydı. Her iki bölgenin ortak yanı Şeyh Hasanlı olmaları ve bu aşiretin bir üyesi olan Alişer tarafından örgütlenmiş olmalarıydı.

Dış faktörler:
Ermeniler ve misyonerler Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bölgede günlük hayatın değişimini belirleyen önemli gelişmelerden birisi de Ermeni nüfusunun yok olmasıydı. Bu süreç, Ermenilerle yakın komşu ilişkiler yaşayan Alevi Kürtleri de etkisiz bırakmadı. Ermenilerin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölgede faaliyetlerini artırmalarının nedenlerinden birisi Batılı misyonerlerin çalışmaları olmuştu. Hıristiyan Ermenileri Protestanlaştırmak için gelen misyonerler, onların ulusal bilinç kazanması ve aktif taleplerde bulunmaları için çalışmalar yapıyorlardı.

Bu çalışmalar sırasında, Alevilerle de tanışmış, kimi yerlerde sıcak ilişkiler kurmuş ve Alevileri de yönlendirebileceklerine inanmışlardı. Alevileri, Hıristiyanlara yakın bir grup olarak görmeleri, bu çabalarında belirleyici olmuştu[55]. Sivas bu çalışmaların en yaygın olduğu bölgelerden birisiydi. Ayrıca Sivas, 1900’lerden itibaren orta Karadeniz ve güney illerinde (Tokat, Amasya, Sivas) Pontus hareketlerinin de faaliyet alanı içindeydi[56].

Pontusçuların çalışmaları 1918 sonrası açık silahlı faaliyetlere dönüşmüştü. Koçgiri isyanının öncesine kadar bölgede faal olan misyonerler, Kieser’e göre, onların ulusalcı olmalarında da rol oynamıştı. Kieser, misyoner çalışmalarının Ermeniler’de olduğu gibi, Aleviler’de de kendilerine güvenin artması ve hatta bir Alevi rönesansının yaşanmasına yol açtığını öne sürer. Bu hem misyonerlerle doğrudan ilişki sayesinde hem de dolaylı olarak Alevilerin iyi ilişkiler yaşadıkları Ermeniler aracılığıyla olmuştu[57].

Misyonerler ve Ermenilerle ilişkilerin Aleviler üzerinde bu yönde bir etki yaptığını kanıtlayacak ciddi veriler yoktur. Kieser’in savını desteklemek için öne sürdüğü kaynakların büyük bölümü misyonerlerin kendilerine aittir. Bunlar da oldukça abartılı ve tek taraflı beklentilerin ürünüdür. Bu etkilenmeden bahsedilse bile, bunun neden yalnız Sivas Alevileriyle sınırlı kaldığı sorusu da sorulabilir. Aynı misyoner çalışmaları Malatya, Harput ve Maraş’ta da olmasına rağmen, taleplerini yüksek sesle dile getiren Alevileri buralarda görmek mümkün değildi.

Ermeni nüfusuna uygulanan şiddetin kendisini, Koçgiri isyanının önemli nedenlerinden biri olarak değerlendirenler de vardır. Buna göre, Aleviler, Ermenilere yapılanların kendilerine karşı da yapılacağı tedirginliğiyle isyan etmişlerdi[58]. İsyanın yalnızca Koçgiri’yle sınırlı kalması, korkusunun neden yalnız Koçgiri’de etki yaptığı sorusunu gündeme getiriyor. Diğer yandan Koçgiri’deki isyan öncesi yapılan çalışmalar ve isyan süresince ilan edilen istemler dikkate alındığında, bu faktörün, isyancı liderler için bir propaganda malzemesi dışında, Koçgiri olaylarında etkisinin olmadığını gösteriyor. Aslında Ermenilere uygulanan şiddetin başka bir etkisinden söz etmek daha doğru olacaktır.

Alevilerin Ermeni toplumuyla iyi ilişkileri olduğu ve birçok yerde Ermenileri korudukları yönünde veriler vardır. Bunu tüm Aleviler için söylemek mümkün değildir. En azından Erzincan ve Varto bölgesinde Ermenilere karşı çatışmalara katılan ve Hozat gibi yerlerde onları Osmanlı birliklerine teslim eden Aleviler de vardır[59]. Ermenilerden boşalan yerler bu yöredeki Alevi aşiretlerce gasp edilmişti. Ermenilerin geri dönmesi bu kazanımların elden gitmesi anlamına gelmekteydi. Ayrıca 1918 sonrası uluslararası antlaşmalar bu bölgeleri kurulacak bir Ermenistan’a devredilmesini öngördüğünde, bölgedeki Sunni Kürt aşiretleri gibi onlar da Ermeni çalışmaları karşısında yer aldılar.

Bu yüzden antlaşmaları onaylayan İstanbul hükümeti değil de, onlara açıkça savaş açan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yanında yer almaları tesadüf değildi. Tıpkı Sevr Antlaşması’na karşı uluslararası kurumlara telgraflar çeken, Ankara’da kurulan mecliste yer almakta tereddüt etmeyen ve Koçgiri’ye karşı duran aşiretlerin ve şahısların da aynı bölgelerden olmaları gibi. sonuç Bu makalede bir geçiş dönemi olan 1918-23 yılları arası, Varto ve Koçgiri örneğinden çıkarak, bölge Alevilerinin Mustafa Kemal hareketiyle olan ilişkileri değerlendirilmeye çalışıldı.

Sonuç olarak şu tespitler sıralanabilir: Varto Alevilerinin Mustafa Kemal’in yanında yer almaları, Alevilerin başından itibaren Kemal’in cumhuriyetçi, ilerici görüşlerinden kaynaklanmadı. Varto’nun Kemal yanlısı olması, Varto’daki sorunlar ve aşiretler arası ilişkiler ve inanç farklılıklarının bir zorunluluğu olarak açıklandı. Aslında Varto’da Alevi aşiretlerin, öteden beri sürtüştükleri Cibranlıların içinde yer aldıkları bir Kürt isyanına karşı çıkması, aşiret toplumunun özelliklerinin hakim olduğu ve din sürtüşmelerinin yaşandığı bu bölgede açıklanması zor bir durum değildir.

Varto Alevileri ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ gibi bir siyasetle hareket ettiler ve yaşamlarını korumak için Cibranlıların başarısının karşısında durdular. Varto’ya göre Koçgiri’nin isyancı karakterinin izahı daha karmaşıktır. Diğer Alevi Kürt bölgelerinden daha iyi ekonomik ve sosyal konumda olan Koçgiri’nin böylesi bir serüvene başlayıp sahip olduğu her şeyi yitirme riskini alması, aşiret toplumunun özellikleriyle açıklamak mümkün değildir. Koçgiri isyanı aşiretlere dayansa da geleneksel bir aşiret eylemi değildir; aşiretler ötesinde ulusalcı kişilerin girişimidir.

Bu kişilerin, sosyal ortamın uygunluğunun yardımı ve tesadüfi olayların sonucu yakaladıkları bir fırsattır. Onlar, bu erken dönemde aşiret ruhunun her düzeyde hakim olduğu bir toplumu ulusal motiflerle ayaklandırmaya çalışmışlardır. Hızlı yenilgileri de erken olmalarından kaynaklanmaktadır. Aşiret bağları olan Batı Dersim dışında destek görmemişler ve Alevilerin büyük bölümü ve Sunni Kürtlerin tümü onları yalnız bırakmıştır. Koçgiri’nin yenilgisi sonraki Kürt eylemlerinin yenilgisinin başlangıcı ve Kürt toplumunun sorunlu yapısının bir ilk yansıması olarak görülmelidir.

Bu yüzden Alevilerin Cumhuriyet’le ideolojik buluşmaları bu döneme ait değildir. Zaten Cumhuriyeti kuracak kişilerin de bu dönemde cumhuriyetçilik lehine açıkça ilan edilmiş programları da yoktur. Alevilerin Cumhuriyet’in modernist, laik yanıyla buluşması, Mustafa Kemal ve sonraki liderlerinin bu fikirleri uygulamaya koymalarıyla başlayacak 1923 sonrası döneme aittir.

Bu buluşmada öne sürüldüğü gibi kendiliğinden ve aşikar değil, uzun ve sancılı bir süreçle mümkün olmuştur. Cumhuriyet’in sorunlu inşası en fazla, bu konuda hassas olan Alevileri etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir.

1 yorum:

Cemy dedi ki...

Merhaba arkadaslar, bu makale cok ilginc. Eger yazarin kim oldugunu,kesilen kaynaklariyla birlikte bir daha verilirse, biz arastirmacilar icin cok makbule gececektir. sevgiler